Müzedeki parka

Bir delikanlı veya genç, askerî parka giymeye niçin heves eder; bu sorunun en akla yatkın cevabı, dışarıya caydırıcı ve tehdit edici bir görüntü vermektir olsa olsa. Üstte buruşuk bir kazak veya gömlek, (tişört henüz yaygın değil), altta kot pantolonu tamamlayan eski bir askerî bot.

Belde palaska taşımak da çok rağbet görmekte. 1972 sonbaharında Ankara'da gözüme ilk çarpan ayrıntılardan biri, kendine sol militan havası vermek isteyen gençlerin neredeyse tamamen “askerî” bir kıyafete bürünmeyi tercih etmeleriydi. Belki de 9 Mart'ta piyastos oldukları için ordu üzerinden proleteryayı iktidara taşımanın hesabını tutan Yön dergisi avânesinin ukdesiydi bu çocukluklar; fakat bu heveste gerillacı fiyaka taslamanın payı büyük. Latin Amerika tipi “halkımızı kurtarma” romantizminin ayyûka çıktığı demler...

Sonraları bu heves bizim cenaha da bulaştı; Hergele Meydanı'ndaki eskicilerden palaska, kullanılmış bot ve parka tedarikleyenler oldu. Bıyıklar bizde kazan kulpu, sol cenahta dudakları örtüp neredeyse çeneye kadar inen Bektaşi tipi bıyık. Her hâl ü kârda bakışlar tehditkâr hatta mümkünse öldürücü olanı daha makbûl.

Birisine hayli ciddiyet atfettiğim iki sol yayında dün aynı haberi gördüm ve acı acı gülümsedim. Deniz Gezmiş'in giydiği parkanın hikâyesi. Meğer o parka sanıldığı gibi bir PX mağazasından veya Amerikan askerinden “Zoralım” yoluyla edinilmemiş; şanlı geçmişle öğünen ODTÜ'de düzenlenmesi mûtad maskeli baloların en sonuncusunda, salon güvenliğini denetlemekle görevli olan Deniz Gezmiş, davetlilerin vestiyere bıraktığı paltolar arasında görüp beğenmiş. Ceplerinde bir şey olmadığını kontrol ettikten sonra parkayı giyip çıkmış salondan ve giderken demiş ki, “Siz halledersiniz, çocuk mağdur olmasın!” Gecenin sonunda balo organizatörleri, parkanın sahibine istediği bedeli tediye etmişler, iş tatlıya bağlanmış. Posterlerinde görünen yakası kürklü parka oymuş işte, şimdi de 78'liler federasyonunun açtığı utanç müzesinde asılı duruyormuş.

Parka şu demek; tüyü terlememiş liseli bir sabînin sırtına parka, ayağına bot, beline palaska, koynuna tabanca koyduğunuzda o çocuk artık başka bir şey oluyor; ölmeye ve öldürmeye hazır, dünyadan habersiz bir mâsum veya uzaktan kumandalı bir silâh. Böyle bir nesnenin müzeye kaldırılacak raddede yüceltilmesinin, mistifike edilmesinin anlamı ise, “biz olup biten her şeyi tebcil ve tasdik ediyoruz” demek. Hiçbir özeleştiri endişesi taşımaksızın, geçmişte yapılan hatâları kutsamanın adı devrimcilik mi oluyor şimdi?

Sol fidanlığa yeni “Dikme”ler nereden bulunacak: Onların tâbiriyle “Denizler” edebiyatı köpürtülecek, yaşı yetmişe dayandığı halde hâlâ kuzularla kırkılmaktan vazgeçmeyen çocuk ruhlu kazık kadar adamlar, 68'lilik, 47'lilik havuzlarında su çırpıtıp eğlenecekler.

Farkındayım tabii; bizim gibilerin eleştirisi makbul addedilmez lâkin sol cenahta aklı başında, fikir selâmetine sahip insanlar bu gibi çocuklukları niçin kınamazlar anlamıyorum. Mâsum gibi sunulan protesto eylemlerinde “sol bilinç”leri mayalandıran mâsum çocuklar, fazla zaman geçmeden kendilerini başkaları adına suç işlemeye teşne sol görünüşlü müteahhit örgütlerin fedaisi olarak buluveriyorlar. Geçenlerde yapılan bir taşeron sol örgüt operasyonunda, kızını kurtarmak için çabalarken tesâdüfen (!) arabası kundaklanan babanın feryadını, sol vicdan sahipleri de duymalı; “Garibanı çocuğundan ayırmak mı devrimcilik?” diye soruyor baba.

Taşeron suç örgütü işleten militan fanatikleri muhatap saymam ama aklıselîmin sol kanadında duranlar, elini sabî-sıbyanın yakasından çekmeyen romantik kart horozlara iki çift lâf etmeli değil midir? Çocuklarımıza, gençlerimize kıymayalım; zihinlerini Che efsaneleriyle, “Denizler” güzellemesiyle şartlandırmayalım. Bırakalım, solculuklarının derecesini ve terkibini vakti gelince yine onlar seçebilsin.


Kaynak (Arşiv)