Müslümanların 'dünyevilik' ile imtihanları
Modern zamanlar, dünyevilik-uhrevilik terazisinde insanın görüşünü bulanıklaştıran yeni kurum ve âdetlerle geldi. Merhum Âkif"in tabiriyle "asrın idraki"ni konuşturmak kolay olmuyor.
Dört halife devrinin meşhur Şam Valisi ve ilk Emevi hükümdarı Muaviye"nin, siyasi krizlerin ayyuka çıktığı dönemde bir gün şöyle kahırlandığı rivayet edilir: " Ne Ebubekir dünyayı istedi, ne de dünya ona teveccüh eyledi. Ömer"e dünya teveccüh etti, o dünyayı redd eyledi. Osman"a dünyadan bir miktar isabet eyledi; biz ise bütün bütün dünyaya daldık"(Ahmet Cevdet Paşa, Kısâs-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa). Bu rivâyette dünya işleriyle, dinin gerektirdiği zühd hâli ve alçakgönüllülük arasında kurulması lâzım gelen dengenin eksikliğinden yakınılmaktadır.
İslâm Tarihi"nin Asr-ı Saadet ve Râşid Halifeler devri hakkında mâlumatı olanlar bilirler ki Efendimiz"in berhayât olduğu günlerde devlet işleri, sürekli memuriyet kadroları ile profesyonel tarzda (bürokrasi) yönetilmek yerine geçici görevliler aracılığıyla yürütülmekteydi. Askeri seferler tertip edilirken bile orduya katılmak kişinin rızâsına bırakılmış, her seferin komutanı bir kereliğine ve genellikle farklı kişilerden tayin edilmişti. Bu ilginç idare biçiminin sürdürülebilmesinde idâri ihtiyaçların henüz pek küçük çaplı olduğu gerçeğini gözardı etmemek icab eder. Hazreti Ömer devrinde fütuhat genişleyince, herbiri müstakil bir devlet büyüklüğüne denk eyalet idarelerine (Mısır, Şam, Basra, Kûfe gibi) valiler atanması gerekti. Efendimizin hayatta olduğu günlerde o"nun emsâlsiz tavır ve şahsiyetlerinin güçlü tesiri, etrafındaki insanların da peygamberâne ahlâkı taklid etmelerine yol açıyor, cömertlik, feragat, kardeşlik ve diğergamlık gibi güzel özellikler etkisini koruyordu. Efendimiz"in hâtırasının henüz kuvvetle yaşadığı ve henüz hâtıralardan silinmediği bir devre kadar (ki genellikle Hz. Ömer"in katledilmesi ve yerine Hz. Osman"ın seçilmesi bu bakımdan bir dönüm noktası kabul edilmektedir) kamu işlerine yakın insanlar, adeta bir rüyâyı yaşar gibi Peygamber"in uyguladığı ve tavsiye ettiği kamu ahlâkına riayet ettiler. Hz. Ebubekir ve Ömer"in zühd anlayışlarındaki samimiyetin de bu rüyâ ikliminin devamında çok müessir olduğu kabul edilir. Hazreti Osman"la birlikte Müslümanların, giderek o rüyâ ikliminden sıyrılarak dünyevîleşmeye başladıklarını, yani sair topluluklarda cereyan ve pek tabii karşılanan birtakım insâni zaaf ve kusurların sıklaştığını farkediyoruz. Hz. Osman"ın kendi hısımlarını kamu işlerine ataması, liyakatsizlikleri isbat edildiği halde bir kısmını ısrarla görevde tutması, buna mukabil halifenin davranış biçimi hakkında dedikodu ve politik gruplaşmaların artması bu kabildendir. Hz. Ömer zamanında yüksek kamu ahlâkı özelliklerinden ötürü halka hizmette kusur göstermemeye çalışan, halifenin hışmından çekinen valiler azledildiklerinde ancak pek cüz"i şahsi eşyalarıyla Medine"ye dönerken, Hz. Osman devrinin valilerinden şikayet artmış ve bu devrin bazı valileri görev yerlerinden dönerken zengin tüccarlar gibi kervan ve vâriyet ile yola koyulur olmuşlardı. İslâm tarihinin ilk siyasi fırkaları da işte bu zaaf halinde teşekkül etmeye başladı ve kamu işlerinde İslâmî hassasiyete eskisi gibi riayet gösterilmez oldu.
Cihad, yani insani zaafları aşmak için mücadele
Müslümanların da diğer topluluklar gibi siyaset, ticaret, toplum veya aile hayatlarında zaafa düşmeleri yaradılışa aykırı değildir ve insaf ile bakıldığında bu tabiiliği bir derece kadar kabullenmek gerekir. İslâm ahlâkı siyasette, ticarette, toplum ve aile hayatında insanın kendi yaradılışında mevcut bulunan zaafları aşmasını telkin eder ve Allah"u alem bir Müslümanın Allah nazarındaki kıymeti, her insanda esasen mevcut zaafları yenerek güzel ahlâkta timsâl olmasıyla ölçülecektir.
Müslümanları modernitenin iğfal ve ifsad ettiği yolunda pek yaygın bir efsâne vardır ve bu efsânenin hakikatle hiçbir alâkası yoktur. Modernite insanla eşyâ arasındaki ilişkilerin tabiatını değil şeklini değiştirdi. "Asrı-ı saadette İslâm"ı yaşamak kolaydı çünkü şartlar daha müsaitti; modern zamanlarda Müslümanlık zor meseledir" hükmünün kolaycılığına iltifat etmek zorunda değiliz. İslâm bir ölçüler ve değerler silsilesidir ve insanın tabiatına hitab eder. Tabiat (yani Sünnetullah dediğimiz şey) değişmedikçe Müslüman"ın görevlerinde bir nitelik değişmesi olmayacaktır. Ölçü her yerde ve her zaman ölçüdür. Yalan söylememenin, komşu ve kul hakkına riayet etmenin, zalimlik etmemenin, Allah"a ortak koşmamanın, teraziyi düzgün tutmanın, hırs ve tamaha kapılmamanın, helâl ve haramın zamanla, yerle, tarihle ilgisi olamaz.
Dini ve ahlâki yükümlülüklerle dünyevi işler arasında denge kurmak dün de zor zenaatti, bugün de zordur. Şüphesiz hiç bir devir, Efendimiz"in vakt-i saadetleriyle mukayese olunamaz zira o, son derece özel ve ilâhi lütfa uğramış bir insandı; Nebi ve resul olmak nitelikleri bir yana, en cana kıyıcı hasımlarının bile kabul etmek zorunda kaldığı yüksek ahlâki vasıflarıyla karizmatik bir câzibe merkeziydi. Efendimiz"in Hakk"a yürümesinden sonra muazzam şahsiyeti ve yüksek ahlâkı etrafında hâlelenen insanların, bir zaman sonra sıradanlığa düşmüş olması ilmen mâkuldür ama o, kendinden sonraki nesillerin aynı ahlâk standartlarını korumaları için nüzûlüne vâsıta olduğu "korunmuş bir kitab"ı miras olarak bırakmıştı. Bu noktadan sonra Müslümanların kaderi hayatla "kitap" arasında çizilecektir.
Saltanat alametlerini üsluba çekmek yeter mi?
Beyt-ül Mâl"den kendisine ücret bağlanan bazı Ensâr ve Muhacirîn, günün şartlarına göre yüklü meblağlar tutan resmi istihkaklarını, kuruşuna dokunmadan sadaka dağıtırlardı; bu takvâ derecesi, günümüzde bir Müslüman zengin"e model olabilir mi? Efendimiz kimi zaman elbisesini kendi elleriyle yamar ve pek sâde bir hayat sürerdi; sünnet olarak malı mülkü bu derece küçümsemek taklid edilmeli midir? Şüphesiz sayıca artırılabilecek bu örnekler, ancak şahısla kaim zühd örnekleridir ve herkes tarafından taklid edilmesi beklenemez ama bir Müslüman"ın gündelik hayat standartları ve tüketim kalıbı ile taşıdığı inanç arasında mâkul bir münasebet olmalıdır. Kanaatkârlık, ince fikirlilik, tevazu, kibir ve güç gösterisinden kaçınmak, şahsi giyim ve tüketimde israf ve gösterişe meyletmemek gibi İslâm normları her devrin Müslümanı için geçerli olsa gerektir. Müslümanın alâmeti, iyi davranışlarında ve yüksek ahlâk özelliklerinde görülmeli ve farkedilmelidir; moda haline gelen tüketim çılgınlığına İslâmî bir çeşni katmaya çalışarak değil.
İslâm tarihi şu hakikati gösteriyor ki Müslümanlar, iktidar, şöhret, para, saltanat ve sair nimetlerle imtihan edildiklerinde genellikle kötü örnek olmaktan kurtulamadılar. Dünyevilikle uhrevîlik arasındaki dengeyi gözetmek şüphesiz İslâmî bir nüktedir ama bu dengeyi tesis etmek için "dindarlık" kimliği yetmiyor. Müslümanların sıkça tekrarladığı kötü örnek, saltanat alâmetlerini üslûba çekmekten ibaret kalmıştır: Pahalı bir otelde, çılgınca para harcanarak yapılan bir düğünde ilâhi okutmak, haremlik-selamlık gibi ayrıntılarla yetinerek işin özünü ihmâl etmek bu kabildendir meselâ. İçki yerine meyve suyu veya ayran, cazbant yerine ney ve kudüm ikame ederek İslâmî bir tüketim üslûbu yaratılabilir mi; daha doğrusu, hayatın bütün alanlarında, kendilerini modern sayanların yaptığını tekrarlayarak birkaç ayrıntıyı tashih etmenin adı nedir?
Uzaktan farkedebildiğim kadarıyla kendilerini "dindar" diye tarif eden topluluk içinde dünyeviliği, kendi kafasına göre tornistan eden yeni bir zümrenin yükselişini hayretle seyrediyorum; zihinlerinin fena halde karışık olduğu âşikâr. Nasıl olmasın ki: Fukara için Müslümanlık, büyük ölçüde ahlâkî bir tutumdur; zenginin Müslümanlığı ise ahlâkla birlikte ancak yüksek zihnî donanımlarla üstesinden gelinebilir bir problem alanı teşkil ediyor.
Yiğit düştüğü yerden doğrulur
Müslüman kimliğini taşımak isteyenlerin işi kolay değil; başta da ifadeye çalıştım ki İslâm, insanın tabiatını aşması için bir dâvettir. Muaviye"nin samimi itirafında görürüz ki bu mesele, Efendimiz"in rıhletinden elli sene bile geçmemişken, çoğu sahabe ünvânını taşıyan nice samimi Müslümanı zihni plânda fena halde zorlamış, hatta bunaltmıştı. Modern zamanlar, problemi net görmeyi engelleyen ve dünyevilik-uhrevilik terazisinde insanın görüşünü bulanıklaştıran yeni kurum ve âdetlerle geldi. Merhum Âkif"in tabiriyle "asrın idraki"ni konuşturmak kolay olmuyor.
Asıl problem Müslümanların sermaye, iş sahibi olmasında, siyasette mühim rol üstlenmesinde değil; bu gibi şeyler imtihan vesilesidir, herkesin başına gelebilir. Asıl ısrarla taleb edilmesi gereken, "asrın idraki"nin ne dediğini anlamak için harcamak gereken "zihni güç"tür; entelektüel gayret, her nevi bilgi birikimi, cehd, azim ve kelimenin bütün çağrışımlarıyla "irfân".
...
Hani ne demişti bir şair?
"Sanma ey hâce senden sim-ü zer isterler;
Yevm-i lâ yenfau"da kalb-i selîm isterler"
AKLINIZDA BULUNSUN
YAZ TATİLİ İÇİN TÜRKÇE DİL KURSU
"Yaz geldi artık biraz kitap okuyabiliriz" fikrine saygı göstermemiz gerekmiyor ama öğrenciler için durum başka; koşuldukları amansız yarış esnasında birinin elinde dersdışı kitap görsek, hemen kaşımızı kaldırıp, "dalga mı geçiyorsun yoksa?" diye azarlamaya başlıyoruz. Geçenlerde bir delikanlı, yaz tatilinde neler okuyabileceğini sordu. Kitap listesi vermek âdetim değil, bu fikri doğru da bulmuyorum ama yazar listesi olabilir pekâlâ.
Bu yazar listesi, Türkçe zevkinin yükseltilmesi, Türkçe"nin çok güzel bir dil olduğunun farkına varılması maksadıyla aklıma hemen geliveren isimlerden oluşuyor; eksiği elbette vardır ve eksikleri keşfetmek okuyucunun halletmesi gereken zevkli bir vazifedir. İşte liste, bu yazarlardan ne bulabilirseniz toplayıp okuyunuz; yazınız boşa geçmiş olmayacaktır.
"Cemil Meriç, Mehmet Akif, Cengiz Aytmatov, Tarık Buğra, Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal, Kemal Tahir, Falih Rıfkı Atay, Mithat Cemal Kuntay, Ahmet Haşim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yakup Kadri, Memduh Şevket Esendal, Sait Faik, Abdülhak Şinasi Hisar, Samiha Ayverdi, Münevver Ayaşlı, Refik Halid Karay.