Müslümanlara tarihin istihzâsıdır bu

Suriye’ye koalisyon müdahalesi ihtimâli (hatta ihtimâlden de öte plânı!) meseleyi yeni bir boyuta getirdi.

Üç seneden beri Türkiye’nin beklediği bir adımdı bu; elbette askerî harekât veya bombardıman şeklinde değil ama üç ayda çözüleceği ümit edilen Beşşar yönetiminin hâlâ ayakta durması Türkiye’yi, komşusunun işlerine burnunu sokmaya meraklı bir geçimsiz komşu durumuna getirmişti. Artık net olarak görülüyor ki Ankara, Suriye krizinde aktif rol üstlenirken en fazla üç aylık bir vadede kazançlı çıkacağı beklentisi içindeydi. Süre uzayıp üç yılı geçince, özellikle mültecilerin durumu ve hudut bölgesinde yaşanan tatsızlıklar Türkiye’yi zor duruma soktu.

Müdahale sinyalleri Türkiye’yi bâriz şekilde rahatlattı. BM kararı olmasa da ABD önderliğinde bir NATO koalisyonunun yapacağı harekât, en azından değerli bir yalnızlık içinde bulunmadığımızı göstermesi bakımından “olumlu” bir gelişmeydi. Önümüzdeki günlerde gerçekleşeceği anlaşılan uluslararası müdahale, Türkiye’nin Suriye politikasını ibrâ etmiyor, fakat çok zor bir dönemde biraz olsun rahat nefes alma imkânı sağlıyor.

Çare olmadığı muhakkaktır. Irak müdahalesinin kötü sonuçları hâlâ akıllardayken Suriye’deki askerî hedeflerin deniz ve havadan vurulmasının yol açacağı tahribatın mevcut probleme kalıcı bir çözüm getireceğini ummak safdillik olur. Her yabancı müdahalesi gibi bu da, problemin mahiyetini çözmeyen fakat farklı bir safhaya yönelmesini sağlayan bir adım olacak. Suriye’de statükonun değişme ihtimâli, bütün mahzurlarına rağmen Türk dış politikası için “iyi haber”dir, zira mevcut hâl, artık sürdürülemez derecede ağırlaşmaktaydı.

Bu müdahaleye Müslüman kalbim rıza göstermiyor; eminim ki muhtemel bir tezkere oylamasında olumlu oy kullanacak vekillerin kalbi de rıza göstermez; bu nâzik noktada “Kimin kalbi daha Müslüman?” diye iman analizine girişmek doğru değil; ne var ki siyâsetin, özellikle dış politikanın hırçın tabiatı, bu çelişkili durumla açığa çıkıyor: Kalben rıza göstermediğiniz bir şeyi, siyâseten temennî etmek durumunda kalabilirsiniz. Sadece bu sevimsiz realite bile dinî gerekçeler dillendirerek siyaset yürütülmesinin sakıncasını görünür hale getiriyor. Dinî semboller, gerekçeler, atıflar siyasetin diline düşmemeli ancak siyaset, dinin eksenindeki ahlâkî endişelerle asla çelişmemeli. Gündelik siyasette bolca din atıflarda bulunarak konuşmak haksız rekabete yol açar ve doğrusu partilerin “Kim daha Müslüman bakalım?” yarışı içine girmesini doğru bulanlardan değilim. Siyaset, geniş çerçevede “umûr”un halli ve çözülmesidir; bugünlü dille “işler”in yani. İşler yönetilirken din kültürüne sıkça referans göstermeye mahal yok; ana istikametin ahlâkî olması kâfi ve vâfi.

Neticede kalben rıza göstermediğimiz bir eyleme, bir İslâm beldesinin harîmine yabancı müdahalesine kerhen de olsa katlanmak mevkiinde bulunuyoruz; işte bu hâl acı!

İslâm dünyasının bir siyasî tevhid içinde yeknesak ve akıllı hareket edemediğini yıllardan beri tekrarlar dururuz da, bu olumsuzlukta bizzat ne kadar hissedar olduğumuzun hesabını yapmaktan kaçınırız. Böyle bir muhasebede belki de en son suçlanması gereken topluluk siyaset adamlarıdır; onlar, meseleye başlangıçta her ne kadar dinî ve ahlâkî bir nokta-i nazardan bakıyor olsalar da tez zamanda siyâsetin pratik zorluklarına (tabiatına) mâruz kalarak hadiselerin seyrine tâbi kalıyorlar. Kimseyi itham etmiyorum, hâlimizi tasvire çalışıyorum. Bu müdahale bütün Müslümanlara tarihin istihzâsıdır; öyle anlıyor, öyle yorumluyorum.


Kaynak (Arşiv)