Muhbir!
Hangi yıl bilmiyorum, ama çok eski değil. Hadiselerin kahramanı bir imam. Gençliğinin son yıllarında. İstanbul’un iyi bilinen, merkezî camilerinden birinde görev yapıyor, henüz bekâr ve annesiyle yaşamakta.
Siz şimdi, “Hangi cami?” diye merak edersiniz; aslında böyle bir mevzûda yazarın ser verip sır vermemesi, hadisenin merkezindeki kişinin kimliğini gizli tutması âdettendir fakat İstanbul’da “iyi bilinen, merkezî cami” çok. Karıştırılmasın, bir yanlış telakkiye sebep olmasın diye imamın kimliğini değil (zaten bilmiyorum!) ama caminin adını hafifçe çıtlatmakta mahzur görmüyorum.
Cami, Boğaz kıyısında; hemen karşısında kocaman bir stadyum var. Yanı başında iskele, burnunun dibinde saray.
Bunca tariften sonra hâlâ karıştıran olur mu bilmiyorum; hadise işte bu camide geçiyor.
Göreve başladığı günlerden birinde imamımızı gaflet basıyor; sabah uykusunun tatlılığı mı diyelim, önceki günün yorgunluğu mu, her ne ise sabah namazına uyanamıyor.
Camiye gelen cemaat durumu fark ediyor mu bilmem; bu gibi hallerde genellikle iş yarıda kalmaz. Müezzin imâmete geçer, cemaatten birisi gönüllü müezzinlik mevkiine gelir ve bizim camilerimizde gönüllü müezzin bulmak için sırasını bekleyen pek çok insan vardır; Allah onlardan razı olsun.
Uyanıp saate baktığında imamımız “eyvah” der fakat iş işten geçmiştir; ne var ki birkaç gün sonra, ilçe müftülüğünün bir memuru, öğle namazından sonra elinde bir sarı zarfla sokularak, “Hocam bir dakika görüşebilir miyiz; bir evrak teslim etmek durumundayım” deyince imamda şafak atar. Mâlumdur, memur kısmı “sarı zarf”tan hazetmez; sarı zarf sıkıntı demektir çünkü.
Zarfı açar; eh, tahmin ettiği başına gelmiştir işte, “Filan gün sabah namazında görevinizi aksattığınız tesbit olunmakla savunmanızı yapmak üzere filan saatte müftülükte hazır bulunmanız...”
Emir emirdir; imamımız, âdeta ayakları geri gidercesine mahcûb bir yüzle hemen caminin böğründeki ilçe müftülüğüne gider. Başa gelen çekilecektir. İfadesi alınır, tutanak tertib edilir, imzalar atılır. Nedir cezâsı, bilemediniz ikaz vesaire! İmam cezaya râzı, fakat zihnini kemirip duran bir suale mutlaka cevap bulması lazım. Kimdir bu ihbarcı, kim?
Müftülükteki görevlilerle tanışıyorlar zaten, tam çıkarken, “Yahu zihnime takıldı, beni kim ihbar etmiş, öğrenebilir miyim?” diye ricada bulunur. İlk cevap mâlum, “Olmaz, şikâyetçinin kimliğini saklı tutmak esastır vesaire...”
-Hadi ama, hatırım için, vallahi kimseye söylemem, lütfen?
-...
İhbarcının kim olduğunu öğrenmek onu yıkmıştır. “Yanlışlık olmasın; beni hayatta ihbar edecek son kişiden bahsediyorsunuz, isim karışıklığı filan?”
Hayır, yanlışlık filan yok. İmamı ihbar eden muhbir, birlikte aynı evi paylaştığı “sebeb-i hayatım” dediği biricik annesi!
Bu defa âdeta kendini sürükleyerek evine gider; annesi kapıyı açar, içeri girer,
-Anneciğim, bunu bana nasıl yaparsın; ben ki senin en kıymetlin değil miydim; beni niçin şikâyet ettin, işten atarlarsa ne yaparız?
Annesi celâllenir, der ki: “Vallahi kapı kapı dolaşıp çöplerden ekmek toplamak zorunda kalacağımı bilsem bile, yarın görevini ihmâl edersen seni yine şikâyet ederim, böylece bilmiş ol, işini aksatma; bana da güvenme!”
Bendeniz bu satırları birinden duyup size aktaran kişi olarak böyle annelerin değil elini, ayağını öperim.