Muhallebici dükkânımızda "aileye mahsus" yer vardır!
"Vallahi başörtüsü yazısı değil" başlıklı yazı, bazı okuyucularımın tepkisini çekti ve eksik olmasınlar, eleştirilerini mektupla iletmek nezaketinde bulundular.
Konu, resmi kabullere davet edilmemeleri zımnında "eşlerimiz" ve onları hayatı paylaşmaya ne derece hazır olduğumuzdu; gelen tenkidlerden anladığım kadarıyla yazıya kızanlar bu meselenin tiftiklenmesini doğru bulmuyor, en azından benim gibi fıkhi konularda "ilm"i bulunmayan birinin uluorta kalem oynatmasından rahatsız oluyorlar.
Öyleyse bir karar verelim artık: Şu başörtüsü meselesinin özü nedir? Mesele, İslâm'ın murad ettiği mânâda kendini meraklı bakışlardan esirgemiş tarzda örtünmeyi tercih etmiş hanımların kamu hizmetini almak veya vermek noktasında irdelenmemesi, tercihlerine saygı gösterilmesi değil midir? Eğer başörtüsü meselesinin rûhu bu noktada billurlaşıyorsa, yani Türkiye'de kadınların temel haklarından birini rahatça kullanması ise yazım niçin bazı okuyucular tarafından tepki uyandırmış olabilir?
Galiba maraza şu cümlemden çıkıyor: "Kadının yeri, ocağının başıdır, tarzında fetvâ vermeye kalkışanların içtihatlarına zerrece kıymet vermediğim gibi böyle yaklaşımları özü itibariyle Müslümanca da bulmuyorum. Her zaman söyledik, bu memlekette mürtecî yok değil, hatta mebzul."
Bir kısım okuyucular haklı; şu cümlede kırılması gereken kaç pot varsa hiçbirini ihmâl etmemişim; özellikle fıkhi açıdan felâket; ilimden bîbehre, İslâm geleneğinden bîhaber bir cümle; tek kelimeyle densizlik!
Bir okuyucu, bu gibi konuları dinî otoritelere bırakmam gerektiğini ihtar ediyor; bir başkası dinimizde haremlik-selamlık uygulamasının ne kadar eski ve şer'î bir uygulama olduğundan dem vururken bir diğeri modernitenin gereklerini sanki dinmiş gibi sunduğumu ima ederek "hanımların kamulaştırılması"na karşı çıkıyor. Bir hanım okuyucu ise aynen şöyle kurmuş cümlesini: "Feministçe yaklaşıyorum ve kadınların eş olarak o resepsiyonlarda hiçbir rolü olmadığını savunuyorum". En güzelini sona sakladım, diyor ki: "Sivas'ın etnik ve inanç farklılıkları tesiri altında kalarak ve kulaktan dolma ve ağzı olanın konuştuğu gibi âmiyâne bilgiler ile bu konularda yazı yazılamaz..."
Yahu, bir mahcub oldum, bir mahcub oldum!...
...
Peki sevgili okuyucular, siz haklısınız: Beni affediniz, yazdıklarımı yazılmamış sayınız. Bundan sonra eşlerine, hanımlara karşı bakışınızı ve davranışlarınızı, şu muhkem ve fâzıl-ı muhterem yazarın, asırlara meydan okuyan görüşlerine göre tanzim ediniz:
"Osmanlı devleti zamanında hiçbir Padişah, hiçbir Sadrazam, hiçbir paşa, hiçbir bürokrat karılarını yanlarına alıp toplumsal ve kamusal alana taşımamıştı. İslâm dininde, tesettürlü de olsa Müslüman devlet adamlarının kadınları erkeklerin arasına karışmaz. Osmanlı toplumunda Müslüman kadınlar trenlerde, vapurlarda, tramvaylarda kendilerine mahsus (özel) bölümlerde seyahat ederlerdi. Yine Müslüman hanımlar lokanta ve muhallebicilerin ailelere tahsis edilen bölümlerinde yemek ve tatlı yiyebilirlerdi. O bölgeye, kocaları da olsa erkekler giremezdi. Sayın kişi dindar bir Müslüman imiş, refikası başörtülü imiş... Yüksek tepeye çıkınca hanımı ile birlikte resepsiyonlara (davetlere, toplantılara, içkili ziyafetlere) katılacakmış. İslâm'da böyle bir şeyin yeri yoktur. Böyle bir şey dindarlıkla, Müslümanlıkla kabil-i telif değildir. Bana inanmayan gerçek, icazetli, geleneksel çizgide olan takvalı fakihlere ve müftülere sorsun."
...
Yoo mızıkçılık etmeyeceksiniz; "hayır, o kadar da değil" demeyeceksiniz. Alınız size fıkhi ve ilmî tahlil, üstelik tarihî derinliği de var!
O kadar! Budur!