Muhafazakârlar önce klasiklere dokunsun da...
Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen’in, muhafazakâr estetik ve sanatın normlarını ve yapısını oluşturmak yükümlülüğünden bahseden beyanatı hayli yankı buldu ve muhtelif yorumlara yol açtı. Mustafa İsen, sahasında verimli eserler kaleme almış önemli bir Türk edebiyatı âlimidir ve sözleri, hem şu an yürüttüğü görevi hem de konuya içeriden bakan bir gözlemci sıfatıyla ciddiye alınmayı hak ediyor.
“Muhafazakâr estetik ve sanatın normlarını ve yapısını oluşturmak” çok iddialı bir tezdir. Bu görevin içini lâyıkıyla dolduracak durumda olmadığımızı öncelik ve önemle belirtmek isterim. Bana göre bunun üç önemli sebebi var: İlki beşerî kadro yetersizliğidir; ikincisi ise norm ve yapı oluşturmanın gerektirdiği toplumsal kıvama (sahici toplumsal talep) henüz erişememekliğimiz...
Muhafazakâr siyasetin iktidara gelmesi ve on yıldır yerini başarıyla koruması elbette önemli ama yeterli değil. Hissettiğim eksikliğin üçüncü sebebi “Toplumsal talep ve kıvam” çerçevesinde anlamını bulacak bir konudur: Klasikler meselesi... Yıllardan beri bazı sol çevrelerin, “Bizim klasiğimiz yoktur” yolundaki iddialarına öfkelensek de pratikte geçerliliğini kabul etsek artık iyi olacak. Gerçekte klasiklerimizin olmadığından değil, klasiklerle toplum ve okur-yazarlar arasındaki ilişkinin “Sûretâ” oluşundan. Sûretâ, çünkü klasiklerle ilk elde temas kuracak okur-yazar takımı, muhafazakâr estetik ve sanatın normlarını ihtivâ eden klasiklere fiilen erişecek durumda değil.
Türkçe’den bahsediyorum. Yüzyıl öncesinin Türkçesi’ni okuyup anlamak ve tasarruf etmek, bu sahada doktora seviyesine gelmiş nâdir insanların meziyeti durumunda. En önemli tarih kaynaklarının ancak sadeleştirilmiş baskısına erişebiliyor entelektüel ve ilmî dikkatlerimiz. Türk şiiri, bütün parlak mâzisiyle Türk aydınının (muhafazakâr olanı da dâhil olmak üzere) tasarrufu dışında kalıyor. Dolayısıyla tarihî zenginliğe yaslanan bir Türkçe bilgisi ile üzerine eğilmemiz gereken klasiklerin rûhuna dokunamıyoruz. Yeri gelmişken ifade edelim, orta dereceli okullara Osmanlıca dersi konulması gecikmiş bir taleptir ve bu sene itibariyle hayata geçse, meyvelerini ancak bir kuşak sonra görebileceğiz demektir. Dolayısıyla biz, Türk klasiklerinden hareketle eski hayat tarzını ve felsefesini, sanatı, güzellik değerlerini anlayıp yeniden üretecek durumda değiliz. Eski sanatın lisan gerektirmeden, görünür kısmıyla tecelli eden şûbelerinde ise, işin esasına ve felsefesine yabancı olduğumuz için başarısız birer taklitçi durumda kalıyoruz.
Hasan Bülent Kahraman’ın “Muhafazakar sanatın bugünü” hakkındaki değerlendirmesine katılmamak mümkün değil. Şöyle diyor Sayın Kahraman: “Türkiye’de bugün muhafazakar sanat tanımıyla yapılana baktığımda öncelikle kiç’i [kitch] görüyorum. Kiç, gerçekliği olmayan bir sanatsal üslup üretmektir. Duyarlılığı sahtedir, taklide dayalıdır. Dolayısıyla bizim muhafazakar kabul ettiğimiz biçimlere, formlara çıplak referanslarla bu iş olmaz. Kendine ait bir zihinsel algının, düşünce sistematiğinin; o günkü hakim teknoloji tarafından, kendi otantikliği içinde ortaya çıkarılmasıyla anlamlı olabilir böyle bir sentez. Ancak bu da çok zor ve kapsamlı bir şeydir. Kalıplarla değil kavrayışlarla, içselleştirmelerle üretilir. Halbuki bizde çıplak referanslar yeterli kabul ediliyor. Bana göre eski dilin sözcüklerini şiirde kullanmak ve o kadarıyla yetinmek tam da budur, kiç’e dönük bir çabanın içinde bulunmaktır.” (Akşam, 8 Nisan 2012)
Dolayısıyla belediyeler eliyle halka klasik sanat kursları tertiplemek, hep aynı eserleri meşk eden “klasik” korolar kurmak, klasik şiiri bilmeden yeni bir şiir ağzı bulmaya çalışmak bana çok mânidar görünmüyor. Faydasını inkâr etmiyor, küçümsemiyorum ama bu mütevazı gayretlerden muhafazakâr sanat ve estetiğin normlarına katkı beklemenin beyhûdeliği ortadadır.
İşin en garip tarafı, eğitim gören kuşaklara klasiklerimizle sağlıklı temas imkânı vermenin, Türkiye’de ideolojik gerekçelerle sert kavga ve direnişlere sahne olması. Türk diline yakıştırılan Osmanlıca sıfatı yıllarca hakaret ve aşağılama kasdıyla kullanıldı. Eski alfabemizle alay eden bir “millî terbiye” ile büyüdük. Yeni dille konuşup yazmanın sıkı solculuk, hakiki devrimcilik sayıldığı, hattâ ve hattâ Ordu’nun bile dil konusunda kendini taraf ilan ettiği bir toplumsal cinnetin içinden geliyoruz.
Sayın İsen’in teklifini hayırhah buldum; içini doldurmak zaman, sabır ve liyakat istiyor. Keşke ithal edilebilir bir modern nesne olsaydı ihtiyacımız!