Mu ni? Elinin körü!
60'lı yılların sonlarına doğru parasıyla sahip olduğum ilk kitaplardan biri, bir Amerikan edebiyatı klasiği idi: O Henry'nin "Hikâyeler"i. O kitapta bugün bile hatırlamaktan zevk duyduğum çok güzel hikâyeler okudum ve bunların içinde "Kaçırılan Kızıl Reis" en başta gelir. Bugünlerde BDP sözcülerinden kimi dinlesem aklıma bu hikâye geliyor.
İki haydut taslağı amatör, kısa yoldan zengin olmak maksadıyla kasaba bankerinin tek çocuğunu kaçırmaya ve zengin babasından fidye sızdırmaya karar verirler fakat daha çocuğa sokuldukları ilk andan itibaren başlarına gelmeyen kalmaz. Terbiyeli ve sünepe bir zengin bebesi sandıkları çocuk, hiperaktif, saldırgan ve tek kelimeyle tam bir başbelâsıdır; her iki ortağın da kafasını gözünü yararak, tekmeleriyle bacaklarını çürük içinde bırakıp birkaç dişlerini avurdlarına doldurmadan teslim olmaz. İki acemi haydut nihayet olanca kaba güçleriyle çocuğu kasabadan uzakta bir mağaraya getirirlerse de çileleri bitmiş değildir. Dağda kaldıkları esnada bankere sert ve zalim bir dille mektup yazıp yüklüce bir fidye isteseler de hasis banker baba aldırış bile etmez. Aldırış etmez çünkü, acemi haydutların iki gün bile cevrine dayanamadığı yumurcağa, o yıllardır katlanmakta ve onsuz geçen şu birkaç günü felekten çalınmış saadet anları gibi tadını çıkarmaya bakmaktadır. Ne var ki haydutlarımız bu esnada vücut bütünlüğünü tehlikeye düşürmek bir yana, akıllarını kaybetmek üzeredir.
Sonuçta banker Ebenezer Dorset (40 yıldan beri bu adı hiç unutmamışımdır) çaylak haydutlara acır, merhamete gelir ve almayı düşündükleri fidye miktarının üstünde bir para ödemeleri halinde öz çocuğunu kabul etmeye razı olur. Haydutlar fidyeyi öder ve Ebenezer Dorset, haydutlara, on dakika zaman tanır; çünkü çocuğunu, yani Kaçırılan Kızıl Reis'i ancak o kadar zaptedebilecektir!
Bu hikâyeyi, pek hanımefendi vekîlemiz Sabahat hanım, polis şefini tokatladığında hatırlamıştım evvela. Ardından BDP sözcülerinin kamuoyunu sinir etmek, zıvanadan çıkarmak için sarfettikleri her söz bende aynı tesiri uyandırdı,
-Bir başbakan yetmez, birkaç tane daha olsun...
-Kötü şeyler olacak...
-Devletle olmuyorsa halkımız kendi demokrasisini kuracaktır...
Herhalde dış konjonktürden aldıkları ilhamlarla kamuoyunun sinir uçlarını koparmayı amaçlayan bu sözlerin, bir meseleyi görünür hale getirmekten ziyade tepki ve öfkeyi yoğunlaştırmaya yaradığını kim inkâr edebilir? Kaldı ki bu sözler lâfta kalmıyor; pusulardaki mevzilerden güvenlik güçlerine ateş kusan namlu ağızlarıyla aynı nağmeyi terennüm ediyor. Düzdekilerin tehdidlerini, dağdakiler icra ediyor.
Seçim sürecinde iyiden iyiye BDP-PKK çizgisinin tekeline düşmüş görünen Kürt muhalefeti, kamuoyunda sevimlilikten yana ne kazancı varsa onu da bugünlerde birer birer kaybediyor. Bu noktada teselli verici tek husus, bu gibi sivri çıkışların "politik bir anlam"dan ziyade, Kaçırılan Kızıl Reis'in hiperaktif şiddet darbelerini andıran birer tahrik vuruşu anlamına geldiğidir. Asabiye mütehassıslarının ellerindeki lastik çekici diz ve dirsek altına vurarak tepki ölçmelerini andıran bir çocuksuluk bu. Bütün hesap, "İşte gördünüz, barışı denedik olmadı, suç bizden gitti" diyebilmek.
Barışı hiç denemiş miydiniz diyeceğim ama anlaşılacağından emin değilim; bu günlerde bir eli mecliste öteki dağda gezen Stalinist bir partinin ismi haline geleli beri "barış" kelimesi saffetini kaybetti.
Gülünesi çocukluklar ama hanelere figan düşürüyor.
Az kalsın unutacaktım; bir yerlerden bulabilirseniz Aziz Nesin'in "Mu ni?" başlıklı hikâyesini okumanızı da tavsiye ederim. Bakalım size kimleri hatırlatacak?