Mizaha meyyalim vallahi dertten

Sizin bir şeyden haberiniz yok elbette; bu yazıyı kaleme almadan önce tam üç saat kafa patlatıp çok ciddi bir mevzuda ağırbaşlı bir yazı yazmıştım. Tam sonuna doğru geldiğimde başa dönüp yeniden okudum, beğenmedim. "Benim beğenmediğimi kim beğenir ki" diye üç saatlik emeği silip yenisine başladım.

Niçin beğenmediğimi izah edeyim: "Şu yanlıştır, halbuki doğru olan budur" vezninde, elâleme hocalık taslayan bir yazıydı bu. Türk ve dünya matbuatında "yanlış yapıyorsunuz, doğrusu şudur" mealinde kaleme alınmış kaç yazı vardır hiç hesap ettiniz mi? Hesaplanmayacak kadar çok olsa gerektir; bunlara yenilerini ilâve etmenin ne gereği var ki diye düşündüm. Doğru çöpe!

İyi ama bir köşe yazarı, "doğru şudur, siz hâlâ yanlış yapıyorsunuz; kendinize gelin!" demeyecekse ne yapmalıdır? Bu konuda çaktırmadan ufak tefek temrinler geliştirdiğimin farkında olduğunuzu tahmin ediyorum. Bende mizaha kaçış böyle başladı; önceleri ara sıra bulaşıyordum mizaha; çünkü durup dururken "ciddi ve bilimsel yazar" sıfatından soyunup "hercai yazar" sınıfına düşmeyi kendime yedirememiştim. Küçük bir mizah (veya hiciv) molasından sonra yeniden ciddi bir edâ takınıyor, hükümete, muhalefete, basın kuruluşlarına, gazetelere, genelkurmaya, bilim dünyasına, entelektüel muhitlere acı tenkidler yağdırıp incinen gururumu yatıştırıyordum.

Derken bir şey farkettim; daha doğrusu az önce bütün çıplaklığı ile farkettim ki, kemâl-i ciddiyet edâsı ile sağa-sola nizâmat verme arzumun kendisi de dahil olmak üzere Türkiye'de olup bitenler hiç de ciddiyetle kabil-i te'lif gibi görünmüyordu. Sözlük kullanma tembeli genç okuyucular için cümleyi yeniden kurmam gerekirse benim vaziyetim, gülünç şeylere şahit olduktan sonra oturup ciddi şeyler yazmaya kalkışan bir adamın düştüğü acıklı hâlin ta kendisiydi.

"Ölüye gidip ağlamalı, düğüne gidip oynamalı" diye bir tabir vardır ya, ben her iki vaziyete de tam intibak edemeyen birisi olmalıyım ki, gerçek durumu farketmekte hayli gecikmiş bulunuyorum. Düğünlerde oynamayı içimden gelse de beceremem; bu son derece normaldir fakat şıkır şıkır oynayanları gördükçe içimi hep tarifsiz bir hüznün kaplaması, siz de takdir edersiniz ki iyiye âlâmet bir şey sayılmaz; cenazelerde ise en sevdiğim fasıl, günün akşamına doğru askerlik hikâyelerinin birer birer fora edilmeye başladığı zamanlardır; o anlarda insanlar biraz daha gerçek tabiatlarına döner ve hayatın küçük ve aldatıcı saadetlerini hatırlamaya başlarlar.

Biraz muzip tabiatlı olmak benim kabahatim değil; belki de kaderin bir oyunu. Mizaç ve fıtrat her zaman suyun üstüne çıkmayı başarıyor neticede. İşte bu yüzden mahrem telefon kayıtlarının dinlenmesindeki usul hatasını yeren, buna mukabil yıllarca "iyi hukukçu" diye tanınmış kişilerin bile ufukta beliren darbe ihtimâli karşısında taverna pistine atılmamak için kendini zaptetmeye lüzum görmeyen çocuksu heyecanlarını yeren o ciddi ve güzelim yazımı, digital âlemin karanlık labirentlerinde hiç acımadan postalayıverdim.

Rahmetli annem, "ağır ol, batman gel" diye çıkışırdı hep; demek bir bildiği varmış. Ne yapsam ağır olamıyorum; hele muhalefetle genelkurmay arasındaki söz düellosundan sonra ağırbaşlılığımı hepten yitirdiğimi zannediyorum. Genelkurmay Başkanımızın iki gün önce uluslararası ve bilimsel bir toplantıda, "Terör örgütlerinin temel hedefi ulus devlet yapısını yok etmek... Ulus devlet dengesini kaybederse terör ortamı oluşur" sözlerini okuduktan sonra tarihe ve siyaset bilimine bütün inancını kaybetmiş bir insan haline geliverdim.

Mizaha meyyal değilim aslında, şartlar zorluyor. Yine de ara sıra ciddi kılıklı şeyler yazarsam ikaz edin e mi!


Kaynak (Arşiv)