Misal: Tekeler köyü zeybeği

Erkan Oğur, aylık Kılavuz dergisine verdiği uzun mülakatında diyor ki, (meâlen) "Bu ülkede hangi istikamette yirmi kilometre gitseniz hançere değişir, mızrap değişir, saz değişir, edâ değişir." Aynı tesbiti Nevşehir'den Sivas'a gelen bir yabancı misafir de ifade etmişti: "İki saatlik yolculukta niçin her şey değişiveriyor?"

Geçen akşam, "Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?" filminin DVD nüshasını seyrederken bu şaşırtıcı farklılığın sebebine dair dikkat çekici ipuçları ile karşılaştım; bilinmedik şeyler değildi ama bakmakla görmek arasında fark var. Şimdiki zamandan hareketle geçmişi anlamaya çalışmak yer yer algı kusurlarına yol açıyor; doğru olan, geçmişten hareketle bugünü anlamak olmalı. Yeri gelmişken geç de olsa bu filmin hakkını teslim edelim; Karagöz Hacivat, bizde pekâlâ iyi film yapılabileceğinin nişanesi olduğu gibi çok daha iyilerinin başarılacağına dair güzel sinyaller veriyor. Hikaye 14. yüzyıl başlarında Bursa'da Orhan Gazi'nin beyliği esnasında geçiyor ve hikayede Bursa'daki beşeri malzemenin gayet iyi tasvir edilmiş bir portresini buluyorsunuz: Türkmenler, Yörükler, Rumlar, Moğollar, Yahudiler yanında devri anlamaya yarayacak kurumlar ve kişiler (Ahiler, Bacıyân-ı Rum teşkilatı, henüz emekleme çağındaki İlmiye teşkilatı, Moğol idaresi, Bizans, Ortodoks Kilisesi, Aleviler, Sünniler, Tekke ve Zaviyeler gibi) de başarıyla resmediliyor. 14. yüzyıl itibariyle Bursa'nın beşeri renkliliği Anadolu'da bir istisnâ değildir; başta büyük yerleşim yerleri olmak üzere hemen her yerde şaşırtıcı ve zengin bir insan hareketliliği vardır (Meselâ Rahmetli Osman Turan Hoca'nın "Selçuklular Zamanında Türkiye" isimli eserine göre aynı yüzyılda Sivas'ta Ceneviz konsolosluğunun bulunduğunu ve o günün şartlarına göre kıtalararası çapta ticari muamelelerin yürütüldüğünü öğrendiğim zaman çok şaşırmıştım). Filmin karakterleri de başarıyla seçilmiş; özellikle Orhan Gazi ve Nilüfer Hatun yorumunu dikkate değer buldum. Müziklerde bile devrin ruhuna hitab eden ses dizilerinin tercih edilmesi güzeldi ama hepsinden önemlisi insanların pek tatlı, kolay anlaşılır bir tarihi Türkçe ile konuşmalarını çok beğendim.

14. yüzyıl ki Osmanlı Beyliği'nin Rumeli'ye açılma asrıdır. 1386'da Sofya ve Niş, 1430'da Selanik fethedilirken İstanbul 1453'te, Trabzon 1461'de alınabilecek, Karamanoğlu mıntıkası ise ancak 1468'de Osmanlı hakimiyetini tanıyacaktır. Anadolu'nun doğusu ise 1473'te Otlukbeli seferinden sonra iltihak olunmuştu. Bu kısa tasvir, zâhirdeki biteviyeliğin derûnunda nasıl bir başdöndürücü beşeri hareketliliğin yattığını hatırlatmaya yeter: İşbu farklı topluluklar, muhtelif dini, siyasi, kültürel tesirlerin katkısı ve baskısıyla kendilerini asırlarca Osmanlı, son asırda ise Türk diye adlandırdılar. Bu topluluğun edebiyatında, musikisinde, mimarlığında, danslarında, adet ve geleneklerinde, mutfaklarında benzemezleri aynı tesbihin ipine dizen kaotik bir ahenk ve beraberlik var. Elemanlarına ayırarak değil, tümünü göz önünde tutarak anlaşılabilecek bir yapı bu.

Bir misâl vereyim: Yıllardan beri türkü dinlerim; hâlâ şaşırıyor, hâlâ hayretler içinde kalıyorum: Akgün müzik elektronik firmasının "Dokuz Dağın Efeleri" adıyla yapıp yayınladığı zeybek klipleri VCD'sinde "Tekeler Köyü Zeybeği" diye bir eser dinledim; bu kadar güzel (hatta nefis) ve ince işçilikli bir melodik yapıyla pek az karşılaştım desem yeridir. Böyle eserlere "anonim" deyip geçmek veya derleyen kişinin ismiyle iktifa etmek, eserin sorduğu suali cevaplandırmaya yetmiyor. Sadece Zeybeklerin bile neredeyse konservatuar çapında ciddiyetle ele alınması ve incelenmesi gereken müthiş bir repertuvarı var; bu eserlerin izah ettiği insanları tanımak için başlı başına ama apayrı bir iş. Musikimiz içinde Zeybeklerin "kaç hopta bir hop" olduğunu hesaba kattığınızda nasıl zengin bir arkaplana istinad ettiğimiz biraz olsun hissedilebilir.

Öyle olmasa bir Selanik türküsü, bir Kastamonulu'nun rûhunu titretebilir miydi bakalım?


Kaynak (Arşiv)