Mimar Sinan’ın Ermeniliğine dair

Ermeni yazar ve gazeteci Levon Panos Debbağyan, yayınladığı “Tarihin Işığında Ermeni Meselesi ve 1915 Kaosu” adlı eserinde, Ermeni seçkinlerinin kültür, siyaset ve iktisadi hayatımızda ne kadar önemli ve manidar bir yer tuttuğunu bir kere daha hatırlatmak maksadıyla Mimar Sinan’ın Ermeni asıllı olduğunu vurgulamak lüzumunu hissetti.

Mimar Sinan’ın etnik kimliği hakkında itiraz getirecek değilim; vaktiyle merhumun kabrini açtırarak kafatasının çapını ölçtüğü iddia olunan zihniyetin taşıdığı, “Ya hakikaten Türk asıllı değilse!” endişesini paylaşanlardan da değilim.

Mimar Sinan’ın Ermeni asıllı olduğu yolundaki bilgileri doğru kabul ediyorum. Esasen bu mesele benim kabulüme muhtaç değildir. Sinan’ın devşirildiğini tarih kaynakları ayan-beyan ortaya koyuyor. Devşirilmiş olduğu, yani Osmanlı ordusunu ve bürokrasisini besleyen devşirme sistemi yoluyla sisteme girmiş olduğu şüphe götürmüyor. Evet, eskilerin tâbiriyle “Ermeniyyül’asl” idi. Anası, babası, köyü, yeri, yurdu bu hükmü destekliyor.

Sinan, devşirilmiş bir köylü çocuğu idi. Devşirildikten sonra usûl gereği Müslüman kimliğine girdi. Müslüman olmak, atalarının dinini değiştiren kişi için müthiş bir dönüşümdür. Yeni bir dine girdikten sonra yeni bir dünya görüşünü benimsemek, başka bir referanslar dizisini kabullenmek, yeni bir medeniyet dairesine girmek gibi entelektüel bir boyutu daha vardır fakat Müslüman olmak, etnik aidiyete halel getirmiyor. Kişinin zâtî kökleri ne ise odur; etnik aidiyet Müslüman sıfatı ile çatışmaz, onu örter ve önemsizleştirir.

Etnik köklerimizi seçemeyiz fakat dinimizi, medenî ve zihnî kabullerimizi kendimiz tayin ederiz. Sinan, devşirilme esnasında İslam’a kılıç zoruyla geçmek zorunda kalmış değildi, Ermeni asıllı oluşu nasıl şüphe götürmez ise şahsî iradesiyle İslam’a geçmiş olduğu da tartışılmaz.

Sinan devşirildiğinde etnik manada Türk olmadı; Müslüman oldu. Bugün aramızda yaşayan Ermeni vatandaşlar, eğer istiyorlarsa Sinan’ın etnik köküyle iftihar edebilirler, en tabii haktır. Biz ise Sinan’ın yapıp ettikleriyle gurur duyuyoruz; bu da bizim en tabii hakkımızdır. Dünya onu, İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük mimar olarak tanıyor ve tebcil ediyor. O bir mimarlık dehâsıdır. Onunla birlikte devşirilmiş olması muhtemel daha nice Ermeni gençleri arasından Sinan kâ’bında bir başka dehâ çıkmadı. O bakımdan etnik kimliklerin önem kazanıverdiği 20. yüzyılda Sinan’ın Ermeni köklerinden rahatsızlık duymak kadar, “Bakın, o da bir Ermeniydi” şeklinde gurur hissesi çıkarmak da fazlaca anlamlı değildir. Osmanlılar, devlet hizmeti teslim ettikleri kişinin niteliklerini ve kabiliyetlerini öne alıyorlardı; etnik menşe, o tarihlerde mânidar bir referans noktası değildi. Kamu hizmetinde bulunmak için Müslüman sıfatı taşımak, o devir kamu hukukunun lâzımelerinden biriydi; sonraki zamanlarda bu kurala istisnalar getirilse de temel prensip böyleydi.

İHANET EDEBİYATI NASIL BAŞLADI?

Biz, Sinan’ın menşeini tartışırken, modern zamanların kıymet verdiği ölçüleri ciddiye almakla vahim derecede Anakronizm hatasına kapılıyoruz. Kaldı ki Osmanlı seçkinleri arasında Hıristiyan köklerden gelenlerin sayısı Sinan’la sınırlı değildir. “Türklük” ölçüsüyle Osmanlı ricâlini elemeye kalkışanlar evvela şaşkınlığa uğrar, sonra toparlanarak pek sığ ve değersiz bir “dönme-devşirme” edebiyatına tutunurlar; içlerinde “Falan paşa zaten devşirme idi; o yüzden Osmanlı’ya fırsat buldukça ihanet etmiştir. Osmanlı’nın zevâli de zaten devşirme takımının ihâneti sebebiyledir” gerekçesini sahih bir tez imiş gibi savunanlar da vardır. Meselâ “İzahlı Osmanlı Kronolojisi Tarihi” isimli eseriyle âbidevî bir hizmete imza koyan rahmetli tarihçimiz İsmail Hâmi Danişmend, devşirme sistemini eleştiren ve adı geçen eserinde sıkça bu delile başvurarak şahsî ve güvenilmez hükümler veren bir âlimdi. Kronolojisi büyük hizmet cümlesindendir fakat değerlendirme tarzı için aynı şeyi söylemek zor; Allah rahmet etsin.

ÖYLE BİR KÜRT Kİ...

Konuyla doğrudan alakalı olduğu için bir hatıramı nakletmeme izin veriniz. Kürt entelektüellerinden bir dostumla sohbet esnasında söz Fuzuli’ye geldi. Muhatabım, aldığı klasik medrese terbiyesinin de desteğiyle hıfzında onlarca şiir ve edebî metin tutabilmesi bakımından imrendiğim özelliklere sahip bir insan. Fuzuli’den gazeller okurken, “Size Fuzuli’den bir Kürtçe gazel okumamı ister misiniz?” diye sorunca memnuniyetle kabul ettim ve zevkle dinledim. Gazel bittikten sonra hayretimi fark edince, “Hayret edilecek bir şey yok, rahmetli Kürt’tü biliyorsunuz.” dedi.

Fuzuli’nin Kürt asıllı olduğunu bilmiyordum; belki öyledir, belki zannettiğimiz gibi Türk asıllıdır fakat bunun ne kadar önemsiz bir ayrıntı olduğunu düşünmek için bu çarpıcı iddia, iyi bir çıkış noktası oldu. Dedim ki,

-Velev ki Kürt; dünyâ âlem bilir ve kabul eder ki Fuzuli Türkçe’nin en büyük şairleri arasında ilk üçe girer; hatta belki de ilkidir. Benim nokta-i nazarım budur. Velev ki Osmanlı’nın Bağdat vilayetinde yaşayan bir Kürt, Türkçe’nin en güzel şiirlerini terennüm etmiş ise buradan çıkarılacak önemli dersler var! Kaldı ki Fuzuli sadece Türkçe’de değil, Arap ve Fars lisanında da Divan tertib etmiş bir şair. Şöhretini ise “Türkî” dilinde kaleme aldığı şâheserlere borçlu değil midir?

Mesele burada düğümleniyor: Fuzûli’yi, Sinan’ı sahiplenme, onların eserleriyle gururlanmakta ölçümüz ne olacak? Etnik menşeleri mi, yoksa eserlerinin bizzat kendisi mi? Sinan binalarının mimari dili şüphesiz evrensel fakat anlamı nerede, hangi medeniyet dairesi içinde parıldıyor sualine cevap vermek lazım. İslam’ın mimarlık değeri bakımından en yüksek mabedlerini, vaktiyle Ermeni bir ana-babadan dünyaya gelmiş Kayserili bir köylü çocuğunun inşâ etmiş olması, bu yüksek manayı -gölgelemek ne kelime?- bilakis daha da zenginleştiriyor. Osmanlı Ermenileri içinde kamu binası, saray veya cami inşa etmiş başka Ermeni mimarlar da var ama onların verdiği eserlere, Batı zevkine tâbi oldukları için Sinan kadar değer atfetmiyoruz. Sinan, Osmanlı medeniyetini yapan temel referans isimler arasındadır: Yunus Emre, Itrî, Bâkî, Karahisârî ve Sinan. Sinan adı bu sıralamada mutlaka yerini bulur ve bu yer tartışılmaz.

TÜRKLÜK NİÇİN ORTAK SİYASİ KİMLİĞİMİZ OLAMADI?

Meseleyi sadece Mimar Sinan üzerinden değerlendirmek bir noktada haksızlık; Osmanlı ortak hayatına ve medeniyetine fer veren -üstelik gayrımüslim niteliğini korumuş- başka sanatkârları hatırlamakta kadirbilirlilik göstermeliyiz. Nikoğos Ağa, Mısırlı İbrahim Efendi, Bimen Şen, Astik Ağa, Nubar Tekyay, Tanburi İzak, Zaharya, Vasilaki, Yorgo Bacanos ve daha niceleri. Onlar Osmanlı ortak hayatını zenginleştiren adamlardı ve insanların etnik menşe’ine göre değil, yaptıkları işin kalitesine ve istikametine göre değer buldukları bir zamanda manidar eserler verdiler. Bugün keçesini sudan çıkarmış Batı ülkelerinde ve özellikle ABD’de, farklı menşelerden geldiği halde, ait bulundukları ortak hayatı zenginleştiren sanatkârları hatırlayalım; onların -hiç mesele yapmaksızın- “Amerikalıyım, Almanım, İngilizim” diye ortak aidiyetlerini rahatça ortaya koymalarının temel sebebi ne ise, bizim mikro kimlikler peşinde ufalanıp enerjimizi heder etmemiz sebebi onun zıddıdır.

Biz iç bütünleşmemizi kendi hatalarımız yüzünden tamamlayamadık; yüzümüzü büyük hedeflere çeviremedik; herkesi hoşnut edecek ve geleceğe iyimser bakmalarını sağlayacak müşterek refahı üretmekte zaaf gösterdik. Vaktiyle esrarını bildiğimiz büyü bozuldu; belki de bu yüzden “Türklük”, aynı manada kullanılan “Amerikalılık”, “İtalyanlık” gibi ortaklaşa bir siyasi ve medeni çatı sıfatına bürünemedi. Mikro kimliklerin hatırlanması biraz da o sebepledir.

Osmanlılık siyasi bir kavram olarak öldü ama onun medeni muhtevasından öğreneceğimiz hâlâ çok şey var.


Kaynak (Arşiv)