Metin Turan gazeteci değil miydi?
Dışımızdaki dünya, Türkiye’nin gündemiyle pek alâkadar değil gibi sanki: Dünyanın gerçek gündeminin kıyılarında gezinirken iç kavgaların heyecanıyla avunan bir gündem yapma geleneğimiz var.
Ortadoğu, ne derece hayra alâmet olduğunu şimdilik tam kestiremediğimiz bir hareketlilik içinde. Dengeler kımıldanıyor. Çok sıcak dostumuz Mursi yönetiminden sonra Mısır’la ilişkilerimiz “yaka-paça”lıktan bir önceki safhaya girdi: Darbeci Sisi hükûmeti, Türkiye’nin Mısır büyükelçisini “Persona non grata” ilan ederek diplomatik lisanın en kaba ifadesiyle sınır dışı etti. Bu hadise, ülkemizin dış siyaseti bakımından yakın zamanlarda hiç görmediğimiz türden bir diplomatik skandaldır. Darbeci hükûmetin nezaketsiz tepkisine Türkiye’nin misliyle cevap vermesi uğradığımız kabalığı gidermiyor. Türkiye’den başka bütün dünya ülkelerinin kârına-kesadına baktığı Mısır’da Türkiye’nin, en yüksek temsilcisi sınır dışı edilen bir ülke durumuna gelmesi üzerinde konuşulması gereken bir durumdur.
Türkiye’nin nüfuzu Mısır’dan ne kadar da çabucak tasfiye ediliverdi. Filistinlilere doğrudan yardım için eşik görevi gören Mısır’da artık yokuz.
Mısır’la kötü ilişkilerimizin, pek hatırlanmayan bir noktası daha var: TRT muhabiri Metin Turan neredeyse yüz günden beri darbeci rejim tarafından çok ağır şartlarda hapishanede tutuluyor. Bu gazeteci arkadaşımızın şahsî yanlışları yüzünden hapse atıldığını düşünmek fazlaca iyimserlik olur; herkes de biliyor ki gazeteci Turan, Türkiye’nin izlediği politikaya öfkelenen darbecilerin kaba rövanş duygularının rehin aldığı bir nevi kurban durumundadır. Bir Greenpeace üyesinin haksızlığa uğraması noktasında ortalığı ayağa kaldıran küresel siyasi vicdan, Metin Turan’ı niçin hatırlamaz?
Yoksa Metin Turan, gazeteci değil de ekmeği peşinde direksiyon sallayan bir kamyon şoförü müydü? Öyle bir belirsizlik var ki bu konuda, savunma hakkını serbestçe kullanma imkânı bir tarafa, Turan’ın tam olarak hangi delillerle, hangi cürümle suçlandığını, ağır hapishane şartları içinde hayati tehlike içinde bulunup bulunmadığını bile bilmiyoruz.
Bu arada Batı bloku, ABD’nin inisiyatifiyle nükleer program geliştirmesi konusunda İran’la Cenevre’de mutabakata vardı. İran halkı ve yönetimi için şüphesiz çok sevindirici bu gelişme şenliklerle kutlanıyor. Mutabakat, İran’ın yeni bir güç olarak “Dünya Nükleer Ligi”ne kabulü anlamında yorumlanıyor. Bölge dengelerinin yeniden hesaplanmasına yol açacak bir gelişmedir bu. Ortadoğu’da İran gibi çok önemli bir aktörün Batı blokunun onayıyla rol değişimine girmesi, Türkiye’nin özgül ağırlığını mutlaka etkiler. Türkiye, Dışişleri Bakanlığı seviyesinde bu anlaşmadan memnuniyetini resmen açıklarken Suudi Arabistan Krallığı’nın ve İsrail’in yeni durumdan hoşnutsuzluk duyması çok dikkat çekici. Öte yandan Türkiye’nin Irak’ta Bağdat yönetimiyle yakınlaşması, Barzani’nin Diyarbakır ziyareti ve hepsinden önemlisi Suriye’de maalesef batağa saplanan hatalı politik yaklaşımlar, gündemde tutması gereken yerin çok gerisinde görünüyorlar.
Halkını resmen kılıçtan geçiren zâlim Esed yönetiminin bile uluslararası arenada belli ölçüde meşruiyet kazandığı bir diplomasi oyununda, Türkiye’nin hep kaybeden taraf olmasını anlamak pek mümkün olmuyor.
Ortadoğu’da yeniden oyun kurucu aktör rolünü iktisap etmek için biraz sabretmemiz gerekecek galiba: Önce şu “iyiniyetli” dershanelerin açık liselere dönüştürülmesi ve “kötüniyetliler”in hâk ile yeksân edilme kararının büyük bir azimle zafere erişmesini bekleyelim; gerisi kolay!