Metafizik cıvıklık

Sûretâ sanki bir "hayat tarzı" mücadelesi gibi görülebilir ama öyle mi bakalım: Çarşaf, başörtüsü, İmam-hatipli gibi kavramlar etrafındaki çekişmenin kabuğunu kazıyınca aslında öyle derin değil, satıha dair, sathî şeyleri tartıştığımızı görebiliriz. Modernite alâmetlerine kimsenin muhalefet ettiği yok.

Tesettüre karşı çıkanla savunanların tüketim listesine ve tüketim taleplerine şöyle bir göz attığımızda müşterek unsurların çokluğu şaşırtacaktır. Tâbirler kuşatıcı değil ama zarureten tercih ediyoruz; muhafazakârlarla çağdaşların arasında hayat tarzı farkı yok, inanç altyapısı farkı bile yok. Keşke olabilseydi; çünkü bu "sahici" bir şey olurdu; en azından sahici bir şey üzerinden tartışmanın onuruyla kendimizi avutabilirdik. Tartışmanın sahteliği, talep listesini gözden geçirince ortaya çıkıyor; hükümetin hiç de alkışlanmayacak bir zamanlama ile gündeme getirdiği İmam-hatipli gençler, dinî hizmetler sınıfında görev yapmaktan çok devrin muteber saydığı mesleklere yöneliyorlar: Hukukçu, bilgisayar mühendisi veya işletmeci. Zarureten çağdaş diye nitelediğimiz zümrenin, bu talep karşısında, "dirençlerini kırdık, moderniteye adapte ettik, laik eğitim ve üretim süreçlerine dahil ettik" diye zilleri takıp oynaması gerekmez mi? Ama tam tersine, tutarlı olduğunu sandıkları bir ciddiyetle, "İmamsan ölü yıka, ıskat-devir işlerine bak" diyorlar. Modern hayatın başarı yolları ise hep birbirine benziyor; ister İmamhatipli olsun, ister düz liseli, bu yola giren herkes neticede kariyerizmin batağına saplanıp kalıyor; başarılı olanların kalp hastası, başarısızlar ülser derdiyle muzdarip olduğu bir hayat çizgisi!

Görmüyor musunuz; bu ülkede, -yine o yanlış tabirle- muhafazakârların, dindarların aslında alternatif hayat tarzı diye bir şey sunduğu, sunabildiği yok; o birikimden mahrumlar bir kere. Hayat tarzı demek, medenî üretkenliğe dair bir haslet; hani nerede? Türkiye'de olup biten güvertede yer kapma kavgası. Gemi kendi istikametinde seyrediyor zaten; ez kazâ "mağdurîn", yani muhafazakâr, bazı eblehlerin tekrarından zevk duyduğu anlaşılan o garip benzetmeyle "dinci" takımından birileri kaptan köşküne çıkabildiğinde bile rota değişmiyor ki! Aynı istikamette olmak üzere, AB'nin çektiği, ABD'nin ittiği bir rota bu. Fark nerede; herkes kendi meşrebine göre kola, televizyon kanalı, süpermarket, et ürünü, terlik, kozmetik ürünü, tatil sitesi seçmek derdinde. Markalar farklı ama stil aynı; tüketim kalıplarında fark yok, üretimde olmadığı gibi.

Yoksa bu bir marka savaşı mı?

Eğer öyleyse hepimizi bu sığlık ürkütmeli; bir de satıhta kalan şeyler uğruna sürdürülen kavgadan duyulan zevk. Düpedüz zevk. Belki zevkten daha başka bir şey çünkü bu kavga, -her neyse- tirajı, satışı, hâsılatı yüksek bir endüstri haline geldi ve bu bana hiç de sıhhat alâmeti gibi görünmüyor. Bir asırdan beri "sen gericisin, ben çağdaşım" tartışmasının bu kadar uyduruk esaslar üzerinde köpürtüldüğü bir başka ülke gösterebilir misiniz? Tam da bu noktada başörtüsü ve İmam-hatip menşeli tartışmaların bereketine dikkatinizi çekmek isterim; bir türlü çözülemez görünüyor. Bence çözmek için değil, çözmemek için uğraşılıyor ve zihni enerjinin bu kadar basit ve menfî meseleler üzerine teksif edilmesi ürkütücü bir hâl. Akla aykırı; düpedüz metafizik bir cıvıklık!

Laiklik mi dediniz; laikliği, -o kerih adamların kerih tâbiriyle- en başta "dincil"er istiyor zaten; ele geçirebilirse biraz rahat etmek derdinde lâkin ne mümkün; dincinin talep ettiği, laikçinin inanmadığı, anlamadığı ama yine de sapını kimselere bırakmadığı, Picasso tablolarına benzeyen bir garip şey; neresinden tutsanız elinize yapışıyor!

Yahu bunların etiketinde "cıvıtmadan kullanmayınız" mı yazıyor yoksa?


Kaynak (Arşiv)