Merhametle ihanet, marazla muhabbet arasında
Coğrafyaya bağlılık, gurbet duygusunu da izah eder; elbette başka kültürlerde de gurbet kavramının yakın ve uzak benzerleri mevcuttur ama gurbeti bizim kadar yakıcı terennümlere konu edinen var mıdır bilmiyorum.
Cumhuriyet tarihimiz boyunca Rum ve Ermeni vatandaşlarımıza karşı gösterilen resmî ve gayrıresmî tedirginlik pek az yerde gizlenebilmiştir. Millî Mücadele cephelerinde hasım sıfatıyla karşımıza çıkmaları yanında her iki unsurun geniş bir "dış destek"e sahip bulunması da bu tedirginliği besliyor. Bana göre toplum nazarında Rum ve Ermenilerin "öteki" addedilmelerinin en güçlü sebebi, birlikte yaşama tecrübesinin kıtlığıdır, daha isabetli bir söyleyişle bu tecrübenin unutulmuşluğudur. Anadolu'nun Türk ve Müslüman unsuru, takriben bin seneden beri "öteki" unsurlarla birlikte aynı mekânı bölüşmüştü. Dinleri, dilleri ve menşe'leri farklı topluluklarla aynı şehri, aynı mahalleyi ve sokağı paylaşmak, farkı farketmeyi ve farklılığa hoşgörüyle bakmayı öğretmişti ve bu tecrübe sıradan bir Osmanlı kasabasının sıradan Osmanlılarına bile belki adını bile bilmedikleri bir "imperial" bakış açısı kazandırmıştı. Bir arada yaşadıkları hem "öteki"ni temsil ediyordu, hem "komşu"yu. Bu bakış zenginliğinin Tehcir, Mütâreke ve Mübâdele yıllarından sonra fiilen kaybedildiği bir gerçektir zirâ artık "öteki", komşu mesafesinde değil, iletişim araçları yoluyla varlığından haberdar olunan ve beşerî sıcaklık mesâfesinden uzağa düşmüş yabancı, hatta tehditkâr bir unsur haline gelmişti.
"Öteki" olmazsa, yerimizi bulamaz mıyız?
Devletin "öteki"lere bakış açısındaki tedirginlik, şüphesiz Cumhuriyet'in kuruluşuna zemin teşkil eden siyâsî hadiselerle ve Cumhuriyet rejiminin tercih ettiği "Ulus devlet" kavrayışıyla yakından ilgilidir. Ulus Devlet, aynı milli hedeflere yönelmiş, aynı morfolojik özellikleri taşıyan yekpare bir beşerî kitlenin varlığını hedef alır ve ona yaslanır. Ne var ki Cumhuriyet ilan edildiğinde Lozan hudutları içinde kalan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliğini kazanan beşerî unsur, netice itibariyle Osmanlı'dan müdevver, muhtelit bir topluluktu. Anayasalarımızda yer alan ve Türklüğü vatandaşlık statüsü yanında psikolojik açıdan benimseme hâletine dayandıran tarif, aslında "imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle" olmaktan ziyade böyle bir temennîde bulunduğumuzun kabulü mânâsını taşımaktadır. Nitekim Cumhuriyet hükümetleri ideolojik planda "Ulus Devlet" argümanından hiçbir zaman vazgeçmemekle birlikte fiilen, beşerî kaynağımızın her muasır toplumda olduğu gibi muhtelit tabiatını kabullenmiştir; Osmanlı siyâsî tecrübesinden Cumhuriyet'e geçen siyâsî şuurun en mânidar aksâmından biri de budur.
Ne var ki Türkiye Cumhuriyeti Devleti "imperial" tecrübeden "Ulus Devlet" geçiş sürecinde, belki bir ölçüde kendi meşruiyetini tartışma dışına çıkarmak için "hârici ve dâhili öteki, yani düşman" unsuruna sistematik atıflarda bulunmayı hiç ihmâl etmedi. Bütün komşularımızın bizi çekemeyen, topraklarımızda gözü olan, zaaf ânımızı kollayan ve düşmanlıktan geri durmayan devletler olduğunu böyle öğrendik: İçerde de düşman hiç eksik olmuyor, mütemadiyen bazı hain unsurlar dirliğimizidüzenliğimizi bozmak, bizi içten yıkmak için sinsi hesaplar yapıyorlardı. Bu yaklaşımın bir paranoya olduğunu iddia etmiyorum; elbette dost da var düşman da. Ama düşman tehdidinin daimi bir strateji olarak benimsenmesinin pek sıhhat alâmeti olduğu ileri sürülemez diye düşünüyorum.
Atını nalladı felek...
Geçenlerde bir dostum, "mutlaka okumalısın; çok hoşlanacaksın" diye bir kitap tavsiye etti. Kitabı hemen aldım ve okudum; dediği kadar vardı, hatta daha fazlası. Kitabın adı "Atını nalladı felek düştü peşimize" idi ve yazarı Kirkor Ceyhan'dı. Kitabın beni en ziyade ilgilendiren tarafı, yazarın sadece Zaralı olması değil, hikâyelerinde (hemen belirtmeliyim ki bunlar serbest tedai eseri kaleme alınmış hikâye tarzından çok yaşanmış hayat hikâyeleriydi) seferberlik ve bu yüzyılın ilk çeyreğindeki Zara'yı ve Sivas'ı anlatan çok kuvvetli tasvirlerdi. O güne kadar kulaktan duyduğumuz yarımyamalak bilgilerin bu defa yaşanmış hadiselerin arka planındaki ayrıntıları, bende bir edebiyatçıdan çok bir yakın tarih araştırmacısının aldığı lezzeti uyandırdı. Hepsinden daha değerlisi eski ve meşhur bir Türk kasabasında Müslüman ve Ermeni unsurların komşuluk ilişkilerinden hâsıl olan sosyolojik tabloydu.
Türk edebayıtının yeni bir sürgünü
Esasen bir süreden beri Anadolu Ermenileri tarafından kaleme alınan ve bu topraklardaki ortak hikâyemizi konu edinen yeni bir edebiyatın varlığından haberdardım: Mıgırdiç Markosyan, Zaven Biberyan, Hagop Mıntzuri, Yervant Gobelyan, Kirkor Ceyhan gibi Anadolu Türkçesi'nin mahallî ağızlarını başarıyla kâğıda döken Ermeni asıllı yazarların eserleri hepsini okumasam bile yakından dikkatimi çekiyordu. Bu edebiyattaki tek fark, yazarlarının Hıristiyan olmalarıydı ama bizi anlatıyor ve müşterek hikâyemizden bahsediyorlardı. Bizim artık unuttuğumuz ama dedelerimizin yaşadığı bir tecrübeden bahsediyorlardı. Onun için çok değerliydi. İşte tam da "Atını nalladı felek düştü peşimize" hakkında zihnimdeki tedaileri yansıtan bir yazı yazmayı düşünüyordum ki okuduğum bir yazı duraklamama sebep oldu. Yazının hangi dergide yayınlandığını ve kim tarafından kaleme alındığını belirtmeyeceğim ama konusunu özetleyebilirim: Korku ve tedirginlik!
İnsaniyetle ihanet arasındaki sınır!
Yazı Türkiye'deki sosyal ilim araştırmacılarının büyük çoğunluğunun "milli ve manevi değerler"e karşı nesnel olamayacak kadar taraflı oldukları tesbitiyle başlıyordu. Millet ve milliyetçilik konusunda tenkidçi yazıların gittikçe çoğaldığından yakınan yazar, her önüne gelenin "Ulus Devlet" aleyhine konuşmasına hayli içerliyor. Yazı boyunca konudan konuya geçen yazar Osmanlı mirasına biraz mesafeli durduğunu belirterek "mozayik teranesi"nden bahsettikten hemen sonra Türkiye'de azınlık nüfusunun azalmasından üzüntü duyanlarımız olduğu ihbarında bulunuyor! Daha sonra Fener Rum Patrikliği ve Heybeliada Ruhban Mektebi hakkındaki "gizli emeller"den, Turgut Özal'ın açtığı "liberal ve pragmatik çığır"ın neticede bazı ibadethanelerin onarılmasına vesile olduğundan, Karadeniz'de kıyısı bulunan ülke Rumları'nın birleşmesi için toplanan kongrelerden, azınlık lobilerinin aldatmasına kanan medya mensuplarından, Nisan 99'daki Patrik seçimlerinden dem vurarak "Yurt güvenliği bakımından büyük önem arzeden azınlık vatandaşlarımıza ve kurumlarına ilişkin geliştirilecek uygulama kararları"na ışık tutan analizlerde bulunuyor. Ve en sonunda yazar, gazete kesiklerini referans göstererek güçlendirdiği makalesini önemli bir ikazla noktalıyor: "Yöneticilerimizin devletin bekası için görevlerinin ifasında entellektüel kaygıların ötesinde, hissiyattan uzak, azimli, kararlı ve dikkatli olacaklarını ümid ediyoruz."
Korkma; sönmez bu şafaklarda...
Yazarın ve derginin ismini zikretmemekle dergiye ve yazara saygısızlık yaptığım kanaatinde değilim; burada isimlerden ziyade zihniyet önemli ve yazarın resmîleştirilmeye çalıştığı bu kollektif fobi inşâsında hiç de yalnız kaldığı söylenemez. Peki, yazar tamamen yanılıyor olabilir mi? Konunun mütehassısı olmamakla birlikte bu gereğinden fazla uyarıcı yazıda elbette haklı hususlar da vardır ama yazının tamamına hakim olan bakış açısı tek kelimeyle, "fobi" ile özetlenebilir ve bu fobinin ardında geçen haftadan beri incelemeğe çalıştığım zihnî duruşun büyük payı bulunuyor.
Belli ki Osmanlı yönetimine mahsus o kendinden emin tavrı kaybetmişiz. Filan yerde toplanan bir kongre, falan mahalde tamir edilen bir kilise, feşmekan dergide yayınlanan bir haber kupürü, aşırı gerilimden ötürü bütün hassasiyetini kaybetmiş sinir sistemimizin boşalmasına sebep olabiliyor. "Göz gördüğünün dostudur" derler. Kendi "öteki"lerimizle aramıza çektiğimiz duvar, belki de nâhak yere tedirgin ediyor bizi. "Duruş"umuz rahat değil; her kıpırtıyı düşman, her gölgeyi sabotajcı zannetmekten ötürü günün birinde gerçek tehlike karşısında doğru tepki veremez hale gelmemizden çekiniyorum.
Bir din bilgini, "haddini aşan herşey zıddına inkılâb eder" demişti; dünden bugüne daha tekilleşmemizin, kendi unsurlarımızla daha çok cedelleşmemizin sebebi bu olabilir mi?