Merak et ne olur; oku, senin de olur!
Bu bir okuyucu mektubu değil, size garip gelecek ama "arkadaş" mektubu. "Hadi ordan, hangi zamanda yaşıyoruz, arkadaş arkadaşa mektup mu yazarmış, telefonun köküne kıran mı girdi" diye düşünebilirsiniz ama vallahi-billahi mektup; e-mektup.
Aklımda iken söyleyim; bu arkadaşla aynı mekânda çalıştığımız için kurum içi bedava telefon hattıyla bile birbirimizle görüşebiliyor, hafta geçmeden buluşup çay demleyerek şifahi sohbetler de ediyoruz. Aslında gecenin bir yarısında e-mektupla haberleşecek kadar birbirimizden uzakta değiliz.
Mektubu okuyunca fark edeceksiniz; biraz garip ve sıra dışı bir arkadaşlık var aramızda. Sohbetlerde geçen on sözün sekizi kitaplar hakkında; kalan kısmı ise aynı minvalde tarih, astronomi, tıp tarihi, mitoloji, iktisat tarihi ve emsâli şeylere dair.
Dostumun sıra dışı, hatta sıradan bir Türk için anormal bir huyu var; merak ediyor. "Aşkolsun, biz merak etmiyor muyuz?" demeyelim; arkadaşım, bizlerin pek merak etmediği şeyleri merak ediyor ve kuru merak makamında oyalanıp geçmek yerine o konu hakkında oturup harıl harıl araştırma yapıyor; üstelik bir merakını yatıştırmak uğruna cebinden para verip kitap satın alıyor, okuyor, not alıyor, çiziyor, düşünüyor, tartışıyor ve derken hadii, bir başka meseleye takılıyor zihni.
Yeniden kaynak toplama, kitap getirtme, araştırma, not alma, soruşturma fasılları.
Demiştim; biraz anormal!
Aşağıdaki mektup onun:
*
İyi geceler,
Şimdi bana, ‘yahu Sarper gecenin bu saatinde başka işin mi yok’ diyeceksiniz ama mümkünü yok, sizi bilgilendirmem gereken bir konu var, içim rahat etmeyecek aksi halde...
Biraz önce teyzem bana "Sarpercim vaktin varsa okuduğum kitaptan sana bir pasaj okuyacağım." dedi. Anlattığı öykü pek bilindik olup Penisilin’in mucidi Alexander Fleming ile Winston Churchill arasında geçiyordu. Hafızanızı tazelemek için öyküyü de vereyim:
İskoçya’da yoksul mu yoksul bir çift yaşardı. Fleming’di adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı.
Ertesi gün Fleming’in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.
"Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum." dedi. Yoksul ve onurlu Fleming;
"Kabul edemem!" diyerek ödülü geri çevirdi. Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.
"Bu senin oğlun mu?" diye sordu aristokrat. Çiftçi gururla "Evet" dedi. Aristokrat devam etti;
"Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur."
Bu konuşmaların sonunda Fleming’in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming’in oğlu Londra’daki St. Mary’s Hospital Tıp Fakültesi’nden mezun oldu ve dünyaya adını Penisilin’i bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu.
Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreeye yakalandı. Onu ne mi kurtardı?
Penisilin!
Aristokratın adı: Lord Randolp Churchill’di...
Oğlunun adı ise: Sir Winston Churchill.
...
Benim de kuşkuculuk damarım kabardı. İnternetten baktım, Türkçe sitelerde de aynı hikâye var. Hem de kelimesi kelimesine. Bir de İngilizce kaynaklardan bakayım dedim. O kadar yaygın ki dünyada da, ama ne yazık ki hikâye uydurma. Üstelik dünyada birkaç versiyonu da var. Hatta "Did Fleming Rescue Churchill" isimli bir kitap bile yazılmış. Hikâyenin nereden çıktığı belli değil ama bu her iki kişinin hakkında yazılmış sayısız biyografilerde bu konu hiç geçmiyor. Zaman gazetesinde de 18.2.2001 tarihinde de bu hikâye gerçek bir hikâye gibi verilmiş.
İşin üzücü yanı ne biliyor musunuz? Türkçe olarak interneti tarasanız doğru bilgiye ulaşamıyorsunuz. Bu bir köşe yazısı konusu olarak ne güzel olurdu. En azından insanımıza, ‘her duyduğunuza inanmayın, mutlaka teyit etmeye çalışın’ gibi kritik bir tavsiyeyi esprili bir üslûp çok çarpıcı bir şekilde iletirdi.
Sevgi, selam ve saygılar...
Sarper
*
İşin hakikati şu galiba: İnternet Türkiye’de çocukluk devrini tamamladı; şimdi ergenlik çağında. Şimdilik eğlence, gırgır, şamata ve lâk lâk seviyesinde yoğrulmakta olan Türkçe internet dünyası, günü gelince elbette kendi kıvamını bulacaktır.
Dostumun o çok haklı ikazına internet üzerinden bilgi edinmeye çalışan herkesin, fakat daha ziyade öğrencilerin bu tembihe kulak vermesi lazım: Türkçe yayın yapan sitelerin genellikle verdikleri bilgi bakımından çok güvenilir olmadığı açık. Güvenilirlik, tecrübe ile zaman içinde kazanılabilecek bir nitelik. Elbette ki bu ikaz, İngilizce yayın yapan sitelerin çok daha güvenli olduğu anlamına gelmiyor. Onların avantajı şu: İnternet bu dili konuşanların kendi aralarında bilgi alışverişinde kullanmak için tasarladıkları bir sistem olarak icad edilip geliştirildiği için, bize göre daha tecrübeli, daha kıdemli olmak gibi bir avantajları var ve doğruluğundan şüphe edilen bir bilgiyi sınamak için kullanıcıya daha geniş imkânlar ve tercihler sunabiliyorlar.
Siz siz olunuz, internette gezinip duran her efsaneye, her hikâyeye, her dedikoduya hemen ciddiyet atfetmeyiniz ve tabii bir şüphe ile yaklaşınız.
Bir ikaz daha; internet pratik, zahmetsizce ulaşabileceğimiz kadar yakın ve bu bilgi kaynağına sırt çevirmek diye bir şey düşünülemez ama "internet var" diye kitaplardan ve yazılı kaynaklardan ulaşmak hiç de akıllıca değil.
*
Teşekkür ederim dostum. Eminim ki, mektubunu okuduktan sonra pek çok okuyucu, arkadaşlarının arasında senin gibi biri olmasını temennî edeceklerdir.
Sağol.