Memurların cumhuriyetinden Cumhuriyetin memurlarına
Protestocu memurların dertlerini anlatmakta seçtikleri üslûp giderek ümitsizleşiyor; son buluşları hiç de iç açıcı değil; memur sendikasının önünde kaldırıma çöküp gelene gidene mendil açarak dilenmeye kadar vurmuşlar işi. Daha önce tabutta memur gezdirmek, zincire vurulmuş halde sokaklarda yürümek, tencere tava döğmek gibi daha theatral gösteriler yaparlardı; demek ki hayal gücü kuruyor!
Memurların bu derece sersefil edilmesi, devletin egemenlik üslûbunun değiştiğini işaret ediyor bana göre. Cumhuriyet, kuruluş yıllarında burjuvazisi, müteşebbisi, aristokrasisi ve doğru dürüst entelijansiyası olmayan, buna mukabil nüfusunun neredeyse % 90'ı köy ekonomisine ve an'anevi değerlere bağlı bir toplum yapısı içinde "Cumhuriyet'in memurları"na yaslanmak zaruretinde kalmıştı. Çoktan emekli olmuş veya rahmete intikal etmiş ilk memur kuşağının bir devr-i saadet'i tasvir edercesine, "bir maaşla şunları şunları alırdık da üste biriktirmeye para artardı" deyişlerini hepimiz hatırlarız. Memurlar, Cumhuriyet tarihi boyunca rejim açısından taşıdıkları vazgeçilmezlik derecesine göre maaşlandırıldılar. Rejimin kendi toplumuna karşı güvensizlik hissettiği dönemlerde devlet memurları ödüllendirildi. Memurin Muhakemat Kanunu ile sıradan şikayetçilere karşı korundular; korunan aslında memur değil devletin kendisi idi.
Bugünün memur sayısı, yanlış hatırlamıyorsam 2.5 milyon civarındadır; bu sayının, Cumhuriyet'in ilk yıllarında memur takımına bahşedildiği cinsten yüksek ücretle ödüllendirilmesi artık mümkün olmadığı gibi, rejimin memurlar aracılığı ile kendini güvene alma ihtiyacı da kalmamış görünüyor. Hasretiyle için için tutuşanlar eksilmediyse de netice itibariyle "tek parti devri" sona ereli yarım asır geçti. Memurlar, yeni yüzyılın kaybeden zümresidir ve öfkelenseler de, protesto etseler de bu gerçeği kabullenmeleri gerekiyor. Bu noktada doğru olan tek personel siyâseti, memur sayısının azaltılması ve kalanların "adam gibi" maaşlandırılmasından ibaret gibi görünüyor fakat siyasi sistemimize yerleşmiş bulunan kayırmacılık geleneğinin böyle esaslı bir "tensikat"a müsaade etmeyeceği açıktır. Hükümetler, en kolay yolu tercih ediyorlar: Ölmeyecek kadar ücret, kalitesiz sosyal güvenlik ve mevcut kadroların muhafazası.
Memur sendikacılığı, böyle bir vasatta bir "farz-ı muhâl"den, yani imkânsızı tasavvurdan ileriye gitmiyor; sendikalı memurluk isteyenler, "iş güvencesi" talebini de eksik etmiyorlar. Bizde işçi sendikacılığı bile son tahlilde devletin en büyük işveren olması yüzünden tabii mecrasından çıkmış, 12 Eylül'de çalınan düdükten sonra tepetakla yerlere serilmişti; mevcut şartlar çerçevesinde memur sendikalarının âkıbeti bellidir; ya dernek statüsünde kalacak, ya da asla hayata geçmeyecekler.
Şöyle veya böyle bu mesele sürüncemede kalmamalı: Kamu düzen ve dirliği, memur sınıfı olmaksızın ayakta kalamaz; 2.5 milyon insanı sefalet ücretiyle çalıştırıp, takriben onbeş milyon insanı hayatta kalacak derecede iâşe ve ibâte etmek siyaseti, ilânihâye devam edemez zira Türkiye'de çok vahim bir kamu otoritesi krizi var. Sistem, Anadolu'ya bol keseden açtığı üniversitelerden mezun gençlere tek alternatif olarak düşük aylıklı memur kadrolarını gösterebildi bugüne kadar; işsiz sayısının arttığı miktarda gizli işsiz nisbetinin de kabarması aklın yolu değil. Her vahim problemin hallini ille de askerî yönetimlerden mi beklemeli?
Rejim artık memurlara yaslanmıyor; iki müfettişin tanzim ettiği raporla istenen memuru kapı önüne bırakılması tasasarı bu açıdan çok mânidar bir gösterge; peki, kime, hangi toplum zümrasine istinad ediyor rejim; "öteki Türkiye"nin haricinde kalan bürokratik oligarşi ve "creme de la creme" tabakasına mı, "seçkin" üniversitelerin anadan talihli mezunlarına mı, kime?
Kim ne derse desin, bana göre bu devir, yaygın bir şaşkınlık ve siyasetsizlik hâletinin devlete hâkim olduğu bir dönem olarak hatırlanacak.