Mektupların dizime / Kâküllerin gözüme...
Bir zamanların en gözde yakınmalarından biri aydınlarla halk arasındaki kopukluktu; bu yakınma evvelâ "aydınlar" diye bir sosyal sınıfın, kendi kendini idâme ettirebilecek derecede varlığını ve şahsiyetini isbat ettiği varsayımına yaslandığı için şüpheli görünüyor şimdi bana.
Aydın, şehir hayatının, şehir kültürüne zemin teşkil edebildiği zamanların ürünü. Bizde bir şehir kültürü vardı ve XX. asrın ikinci yarısında bu kültür rûhunu teslim etti; elbette bu şehir kültürünün inşâ ettiği bir aydın kitlesi de vardı ama bu kitle hiçbir zaman bir sosyal sınıf hâline bürünemedi çünkü o esnada aydınlar arasında cevelân eden kültür, bir "değerler silsilesi" olmak hasebiyle nüfus ekseriyetinin ortak değerleriyle tenakuz teşkil etmiyor, tam aksine paralellikler gösteriyordu.
Çok tekrarlanan bir efsâne:
Saray-Halk dikotomisi!
Cumhuriyet'in ilk yıllarında başlayarak bugüne kadar devam eden "saray kültürü-halk kültürü" çatışması sun'i bir inşâ gayretiydi ve çoğunun zannettiği gibi saray çevresinden beslenen züppe ve yabancılaşmış entellektüellerin "halkın öz be öz malı" diye pazarlanan halk sanatına uzak düşmüş olması anlamına gelmiyordu. Halbuki bu gerilim ne kadar anlaşılır, ne kadar kullanışlıydı: Karacoğlan'ın şiirlerini anlıyorduk, çünkü Karacoğlan bir halk çocuğuydu ve halkın diliyle yazıyordu; Fuzulî ise adı üstünde divan şairiydi; yoz ve sömürücü çevrenin zevkini terennüm ediyordu ve anlaşılmaz şeyler söylüyordu. Fuzûlî'nin ömrü boyunca saray ne kelime, İstanbul'un bile yüzünü görmemesi, Anadolu, Irak ve Azerbaycan coğrafyasında bugün bile en çok sevilen ve "anlaşılan" şairlerden başlıcası olarak şöhret bulması neyi değiştirirdi ki?
Yanlış olan "saray kültürü-halk kültürü" dikotomisine dikkat kesilmek değil, köy ve şehir hayatı arasındaki mesafeyi ıskalayıp durmaktı; bu nükte, güç farkedilecek kadar incelik taşıdığından değil, işe yaramadığı için itibar görmedi. Gariptir, hâlâ Divan Edebiyatı'na, "zümre edebiyatıdır!" gerekçesiyle dahle yeltenen "bilim" erbâbı var! Bugünün daha ciddi meselesi artık çoktan fosili çıkan "saray kültürü-halk kültürü" veya "aydın-halk" çatışması değil, köylü değerlerinin kalabalık şehirlerde derebeyliğini ilan etmesidir. Artık köylü değerlerinin şehir değerleriyle çatışdığı dönem geride kaldı; kendi içinde hızlı bir ivme kazanarak şekilden şekle giren yeni değerler egemen oldu; dolayısıyla bugün bir aydın-halk geriliminden söz etmek mânidar görünmüyor. Dünün, ayağında kara lastikle köyden çıktığı halde aradan on sene geçmeden "halka gitmek", hatta "halka inmek" ucuzluklarını pazarlayanın ucuz popülizmi bugün karşılıksız kaldı. Elbette bu tesbit, aydınların "halk kültürü ve irfânı" nâmına ne varsa öğrendikleri ve hatmettikleri anlamına gelmiyor ve esasen bugün şehirlerde hükümranlığını ilan etmiş bulunan değerler "irfan" kelimesiyle ifade edilemeyecek kadar değersiz ve fersûde. Türk aydınları, vaktiyle meseleye yanlış teşhis koymanın bedelini ağır ödüyorlar zira Türkiye'deki iletişim atmosferi, aydınların "irfan" dediğimiz birikimi hakkıyla temessül etmelerini engelleyecek derecede başka mecrâlara kaydı. Bugünün Türk aydınları, kendi kültürlerinin temel unsurlarını, şifrelerini, kurumlarını ve hâsılı "dil"ini bilmiyorlar. Tarihi seyir boyunca daima bir kültür serası olarak üretkenliğini sürdüren "şehir"ler, Türkiye'de henüz yeni kurulmakta olan bir şantiyeyi andırıyor: Kesif bir hareketlilik, yoğun bir enerji akışı, hedefsiz bir dinamizm gözetlemek mümkün ama ortada üretimden ziyade kargaşa var.
Böyle hızlı geçiş dönemlerinde, daha önce varlığından ve niteliğinden emin olunan bütün değerleri yeniden gözden geçirmek gerekiyor; en azından hâlâ eski yerlerinde durup durmadıklarından emin bulunmak için gerekli bir teftiş ameliyesi bu. Eski doğrular yer ve mahiyet değiştirmiş, eski nirengiler yeni koordinatlara taşınmış olabilirler; "aydınlar halktan kopuk yaşıyor" müteârifesi de bu cinsten.
Şu bizim türküler ne söyler?
Aslına bakılırsa maksadım, her nokta-i nazarından tartışma götürür bir sosyoloji mübâhesesi açmaktan çok, şu bildiğimiz türkülerin hangi mânâya tekabül ettiğini ve bizim için hangi ihtiyacı karşıladığını didiklemekten ibaretti. Türkülerin hep "halkın sesi, halkın öz malı, bu toprağın yanık feryadı" gibi beylik takdimlere konu teşkil etmesi takıldı zihnime. Bugün türküler gündelik müzik tüketimini gösteren listelerin yükselen değeri; hatta ayrı bir kategori halinde bu "piyasa"nın belkemiğini dik tutan bir metâ durumunda. Şehirli gençlerin türkü dinlemesi neyi ifâde ediyor? Büyük şehirlerin fiyakalı ana caddelerine açılan çürük kokulu, izbe sokaklarında pıtırak gibi çoğalıveren "bar"ların alkole bulanmış dehlizlerinde, gece yarılarına kadar "halkımız"a pek de benzemeyen avantgarde tiplerin bağlama tıngırdatması, deyiş söylemesi ne anlama geliyor? Acaba bu, nice yıllardır özlenen aydın-halk kavuşmasının mutlu vuslat terâneleri olarak okunabilir mi?
Bir türküyü "okumak"
Henüz kendini kurmakta olan bir şantiye hercümercinde hangi vâkıanın ne anlama geldiğini kestirmek hiç de kolay değil fakat bu belirsizlik, türkülerin temsil değerini zedelemiyor; "fakir halk kitlelerinin feryadı, bu toprağın sesi" gibi ucuzca sarfedilmesinden ötürü sahihliği hakkında şüphelenmemiz gereken abartılı hükümleri bir yana bırakarak düşünelim: Türküler birer vesika ve bu topluma dair bir işaret taşıyan her vesika gibi onların da "okunması", emek, ehliyet ve hassasiyet gerektiriyor. "Okumak" işleminde yanlış okuma kadar eksik okumanın da riski büyük. Alfabe kadar şifreleri de bilmek gerek, hatta kültürün bütün nirengilerini.
"Herkes sevdiğinden bıktı usandı / Niye kaldık böyle bahtı kara biz?" sözlerinin ardında nasıl bir hikâye yatıyor olmalı? Türkü felsefesine sıvanmadan evvel bilmek gereken ne çok şey var. Bir türkünün "okunması"ndaki zorlukların başında, onun bir melodi refakatinde yaşayabilmesi geliyor ve çoğumuz nağmelerin güzelliğine kapılıp türkünün vesika değerine göz yumuyoruz. Yemen türküleri ne kadar da eziktir ama sadece bundan ibaret mi? "Yemen bizim neyimize / Şivan düştü evimize" mısralarında "seferberliğe" asker yollayan bütün hânelerin müşterek psikolojisi saklı. Peki, seferberlik ne; bir hânenin temel direğini kat'i bir ölüme yollar gibi uzak diyarlara uğurlamanın geride bıraktığı maddi ve mânevî hasarı ne kadar zihnimizde canlandırabiliyoruz? O insafsız seferberlik yıllarında hep savaş cephelerine mıhlanan resmî dikkatlerimiz, niçin "geriler"de olup bitenleri canlandırmakta pörsük bir hayalgücüne sahiptir?
"Gözdür dünyayı sever / Gönül birinen olur", birbirine bağlı iki kısa cümle; ben bu icaz şaheserlerinin adı-sanı bilinmeyen, hatta vaktiyle yaşadığı bile şüpheli, esrarengiz biri tarafından tırpan savurur gibi tabii bir hareketle ortalık yere bırakılıverdiğini tahayyülde zorlanıyorum; bu kadar kolay olmamalı; başka şeyler, başka şeyler var.
"İkimiz bir dala yuva kuralım / Başka daldan dala konmamasına" sözlerini alınız; belli ki bir hanım söylemiş bu sözleri. Eşine ömür boyu sadakatle bağlı kalacağından tabiatı gibi emin bir kadının, muhtemel hayat arkadaşına aynı derecede sadâkat göstermesi için lisân-ı münâsiple ricada bulunması gibi anladım ben. Bu sözlerin söylenişindeki kolaylık hiç tekin görünmüyor. Genellikle bu gibi türkü sözlerindeki mânâ derinliğini romantize etmemiz de bir nevi kolaya tevessül değil mi?
Her türkü bir resim
Şimdi bir resim yapalım ve çerçevede yer alan hadisenin ve kişilerin derûnuna nüfuz etmeğe çalışalım: "Yaralı bir ceylân dağlar başında / Yatar yavrusunu görür düşünde". Yoo, hemcinslerimin tahayyülü ne kadar esnek ve doğurgan da olsa hiçbir erkek, bir anne gibi düşünemez; bu bir kadın ama nasıl bir kadın? Yaralı bir ceylanın düşünde yavrusunu görmesi; şu birkaç kelimelik cümle; şu icaz mahareti; şu duygu kesâfeti... Ya şuna ne demeli: "Seçtim kuzudan koyunu / Koydum yavrumun suyunu / Ali'm teneşire yatmış / N'olur gösterin boyunu" Böyle müthiş bir trajedi, başka nasıl olur da 4+3'lük hece kalıbının daracık geometrisi içinde bilinen boyutların ötesine geçer?
Ve alelâde bir nakarat mısraı:
"Mektupların dizime / Kâküllerin gözüme"
................
Türkü sözlerinin alelâdeliğinde yarım-yamalak seçebildiğimiz bir başka dünya var; "okuma"sını bilene!...
Aydın, kendini aydınlatabiliyor mu ki?...
Türkü "link"leri!...
Vasatî müzik tüketicisi açısından deği fakat-okuyan, yazan ve düşünen insanlar bakımından, içinde yaşadığımız toplumun tarihiyle, tarihi bütünlük içinde kavranması gereken kültürüyle ve temel nirengileriyle tanınabilmesi için türküler bir "link" hattı kıymetini haiz bulunuyor ("link" bir internet tâbiri; o anda ilgilenmekte olunan belge hakkında daha detaylı bilgi edinmek için bu linklerin üstüne iki kere tıklamak yetiyor ve böylece meselenin yeni bir boyutuna geçmek imkanı hâsıl oluyor); yukarda birkaç mısraını verdiğimiz bazı türküler, bu gaye açısından pekâlâ bir link adresi olarak değerlendirilebilir. Bir türkünün derinliğine gömülerek oradan daha binlercesine ulaşmak pekâlâ mümkün.
Bir kere tıklamak bile yeterli!