May it be easy kardeş!
Eşyânın tabiatına uygun bir vaziyet alış zannedilir ama niçin öyle olsun ki: Bizde sol takımın vaktiyle "Dil devrimi" taraftarlığına soyunması ne solculuğun icabıydı ne de devletçiliğin; kezâ birtakım üniversite hocalarının resmen militarist siyasetlerin paraleline düşmesi de bilim ruhu denilen şeyle kabil-i te'lif bir hal değildir.
Dünyanın her yerinde bilim adamlarının teşkil ettiği zümre politik angajmanlardan uzak durur; zihni ve ilmi bağımsızlığı meslek nâmusundan addeder. Sol, dünyanın her yerinde kendi jargonuyla konuşur ama ait olduğu toplumun diline muhalefet etmez. İşte bu yüzden, cübbesiyle CHP grubunun kürsüsünde konuşan profesörümüzün verdiği fotoğrafta bu gibi derin çelişkiler tecessüm edebiliyor. Aynı fotoğraf CHP'nin de hâlini tersim eder; seksen sene içinde seçim kazanamamış, olmakla olmamak arasında kendisine bir yer seçememiş, içinde bulunduğu ânı yorumlayamadığı için bütün dikkat kesâfetini hastalıklı bir tırnak gibi kendi içine gömerek varlık sebebini hatırlamaya çalışan bir heyet.
Türk Dil Kurumu, enkazdan kullanılabilir şeyleri ayıklayıp sahiplenmeye çalışan bir cehdi temsil ediyor. Kâşâne enkâzından kulübe çıkarmak da bir şeydir lâkin o kulübeyi şimdi İngilizce rüzgârları sarsmakta. Birisi faks yerine belgegeçer deyince mutlu oluyorlar. Küçümsemiyorum, o da bir şeydir ama bir yangının külü üzerinde eşindiğimizin farkında bulunmak kaydıyla. Kulübe ile kâşâne arasında "barınmak" noktasında yakınlık var; o kadar. Kâşânenin katları, bölümleri, odaları, sofaları var; her katında bir başka hayat: Merdivenleri, kapıları, koridorları, dehlizleri, bodrumu, çatısı, bahçesi ile girift, çok renkli bir ilişkiler yumağına hayat verir kâşâne. "Düşmanıyım asâletin kelimelerde bile" diye efelenen Nazım Hikmet'i ciddiye almakta mâzuruz; asâlet denilen şey bir başka bakış açısıyla muazzam bir birikimdir; asırların tecrübesini gizler derûnunda. Medeniyet denilen şey, -birazdan da fazla- seçmesini, saklamasını, değerlendirmesini ve yeniden kullanmasını bilen öğretilmiş asâletin eseridir. Asâletini reddetmiş topluluklara kulübe bile fazla.
Mesele anlaşılır olmak ise İngilizce ne güne duruyor; üstelik hazretin "evrensel" olmak gibi bir faikiyyeti de var. Nitekim enkâzının külleri arasından filizlenmiş Türkçe de "iletişim"e pekâlâ yaramaktadır. Lisan odur ki, kendinize dair tasavvur edilmiş bir âlemi içinde barındırır ve yaşatır. İkiyüz kelimeyle de anlaşırsınız ama bilemezsiniz. Bilmek olmaktır, eyleyebilmek gücü ve imkânıdır.
Değerli tiyatro sanatkârımız Nedret Güvenç'in "Bir zamanlar İzmir'de" başlığını taşıyan hâtıralarını okurken ümitlendim: Pırıl pırıl bir Türkçe, su gibi akıp giden cümleler, rahat bir ifâde. Artık lisanı rekâkete uğratmayan bir te'lif veya tercümeyle karşılaşınca onu çerçevelemek ihtiyacı hissediyoruz; halbuki aksi olmalıydı. Derken bir cümle, kısa bir cümle: "İlk intibahım bu". İfadenin akışı itibariyle mânâsız görünüyor; "İlk intibâm bu" olmalıydı. Nedret Hanım bu kadarını bilmez mi; elbette bilir. Öyleyse İş Bankası yayınlarının editöründe sorumluluk. İntibâ ile intibahı tefrik edeceksiniz efendim; ilki -kabaca- izlenim, ikincisi uyanıklık demek. Kâşânede hayat böyledir; zenginlik, ayrıntıların efendisi olmak demektir, âdâb demektir, muaşeret demektir; ne kadar çok ayrıntı, yani isim bilirseniz o kadar var olur ve zenginleşirsiniz.
Karamanoğlu Mehmet Bey'in o meşhur sözünü bile tornistan ederek sadeleştirmişler. Haklılar; "divân, dergâh, bargâh, meclis" neyinize sizin yahu? Kulübenizde oturun ve kevgire döndüğü için yağmurda içeriye şakır şakır dökülen İngilizce lâfızları ayıklamaya çalışın.
May it be easy kardeş!