Ma’ruzat
Hadiseyi kısaca talihsizlikle açıklamak mümkün: Pazar günü öğle saatlerinde haber kanallarından alabildiğiniz bilgileri bir araya getirerek Mısır’da İhvan’ın darbeye karşı direnişi hakkında bir değerlendirme yapıyorsunuz.
Bu değerlendirme, Mısır toplumunu derinliğine bilen, oralarda birkaç yıl yaşamış, arkadaşlar edinmiş, kısaca Mısır’ı tanıyan birinin mahsulü değil, -bunu belirtiyorsunuz zaten-; zira sebep-sonuç ilişkilerinde hataya düşme ihtimâline karşı bir ihtiyat payı bırakmak lâzım fakat bir de bunun haricinde sıradan bir insan nazarıyla fikir beyan etme hakkınız da var: İslam tarihi ve kültürü, Ortadoğu’nun yakın zamanları gibi alanlarda bildiklerinizle Mısır’da olup-bitenleri yan yana getiriyorsunuz. Bazı alâmetler var o saatler itibarıyla, İhvân’ın sokak gösterilerinden ve direnişten vazgeçmeyeceğini ihsâs eden alâmetler...
Üzülüyorsunuz, o an aklınıza yığınla sevimsiz ihtimâl geliyor; bizzat yaşadığınız sonu kötü biten toplum olayları üşüşüyor zihninize, “Keşke” diyorsunuz, “İhvan, darbeye karşı duruşunu daha barışçı bir üslûba büründürse geç olmadan; zaten şiddet kullanarak iktidarı gaspetmiş darbecilere minik de olsa bir meşrûiyet kapısı aralık bırakmasa...” Mısır ordusu, evet darbeci ama neticede işgal kuvveti de değil; direnişçilerle ordunun karşı karşıya gelmesi Mısır’ı, bir darbenin zararlarından daha vahim bir yere, iç savaşa götürebilir. Nitekim Türkiye’de darbeden zarar görenler kendi ordusuna karşı bu yolu seçmedi, sokağın diline müracaat etmedi. Daha sabırlı davrandı ve sandıkta hesabını gördü...
Yazı akşama doğru gazeteye gidiyor, gece rotatifler dönüyor, sabaha karşı dağıtıcı arkadaşların besmele çekip abonelere dağıtıma başlayacağı saatlerde o mel’un hadise gerçekleşiyor: Sabah namazı kılan direnişçilere, kışladaki askerler yaylım ateşi açıyorlar, 50’den fazla masum katlediliyor.
Sabah saatlerinde gazeteye bakanlar, elli kişinin katledilmesi haberiyle “İhvan’a şiddet yakışmıyor” yazısını üst üste, yan yana gelmiş halde buluyorlar. Acıyla öfkenin birbirini tutuşturduğu o bir şeylerden intikam almak hırsının doruğa tırmandığı bir anda, “Katliama uğrayan İhvan, şiddetten uzak durması gereken de İhvan; bu nasıl bir değerlendirme bozukluğu, İsrail ajanı mıdır bunları yazan yahu!” diye celâlleniyor insanlar. En hafifinden hayal kırıklığı... Sosyal medya, dişlileri arasında öğütebileceği gündelik azığını bulmanın heyecanıyla, “Bu nasıl insanlık, insanlık sizi affetmeyecek” gibi acıklı etiketlerle tiraja başlıyor. Ardından çoğu birbirine benzer tepkiler; bazıları ise resmen galeyana gelerek, “mensubu bulunduğum medya grubunun ve inanç dünyasının itibarı”nı zedelediğim kanaatine kapılıyor. Vay canına! Zaman yazarı olmanın muhtemel sonuçlarından biri de bu: Velev ki yanlış düşündünüz, ânında “bunca yıllık aboneyim, yazıklar olsun” diye başlayan ama tez zamanda hizmet hareketinin bütün fertlerini de kapsayan ithamlarla yüz yüze gelmek! Ortaçağ Avrupa’sında kitap çoğaltan manastır kâtipleri gibi söyleneni koro halinde yazan bir yazıcı topluluğu muamelesi görmenin nâhoş bir tadı vardır.
Hadise böyle oldu; ertesi gün, üstelik Ramazan arifesinde kimisi gönül kırıcı, kimi sitemkâr hayli tepkiyle karşılaştım. Yazdıklarımı yeniden okudum, gelen tepkilerle karşılaştırdım; eğer sabah namazı katliamı olmasaydı, yazdıklarımın daha makul bir zihnî çerçeve içinde algılanabileceğini gördüm. Keşke o yazı başından sonuna butlan ile mâlul olsaydı da kimsenin burnu kanamasaydı diye eseflendim.
Bu iletişim kazasının sorumlusu benim elbette fakat fikirlerimde düzeltilmesi lazım gelen bir eğrilik görmüyorum. Ortadoğulu topluluklarda nice zamandır sokaktaki mâsumların kanı üzerinden siyaset ve hamaset üretenlere hoş nazarla bakamam, bakmayacağım. Süslü gerekçelerle de olsa şiddeti öven ve yüceltenlerden berîyim. Ramazan’ınız hayr olsun. Cenab-ı Hak şu dar günde bütün müminlerin kalbine inşirah versin.