Marksizm kalmadı; mistisizm verelim!
Gelir dağılımındaki adaletsizliğin dışladığı "öteki" Türkiye'nin haricinde başka "öteki Türkiye"lerin de varlığı, buldozerle yıkılan koğuş duvarından içeri girilince fark edildi:
Kendini yakmaya hazır "kesin inançlı" militanlar, bir saat önce birlikte çay içtiği "da'va arkadaşı"na kendisini yakmayı emreden örgüt liderleri, fikirlerini şiddet ve yıldırma yoluyla egemen kılmaktan başka çareleri kalmadığına inanan ideoloji fanatikleri ve en bâtınî tarikatlarda bile görülmeyen sert bir mistisizm! Toplumun çok büyük bir bölümü, koğuş duvarlarının ardında beslenen bu ideolojik mistisizmi hayretle fark etti. Hayır, bunlar sadece hapishane duvarları ardında müdafaa hâletine bürünerek dar alanda yoğunlaşan bir siyasî mutaassıp grubundan ibaret değil; öyle olmadığını geçtiğimiz yıllardaki 1 Mayıs gösterilerinde caddeleri dolduran ve kızıl bayraklarını sallaya sallaya tabur nizamında yürüyen üniformalı genç militanların varlığından hatırlıyoruz. O günlerde devlet, belki de gözü irticâ ile mücadeleden başka bir şey görmediği için İstanbul'un belli mıntıkalarında kesifleşen ve kamplaşan bu şiddetçi radikalizmi görmezden gelmeyi tercih etmişti.
Koğuşta Lenin heykelinin bulunmasını, duvarlara orak-çekiç çizilmesini veya eylemcilerin kendilerini kabaca Marksist diye nitelemesini fazlaca kayda değer bulmuyorum; önemsenmesi gereken bu derece sığ, kaba ve analitik derinlikten mahrum bir Marksizm yorumunun Türkiye'de kendine hâlâ taban bulabiliyor olmasıdır. Bu, mislini ancak Kamboçya'dan veya Viet-Nam'dan hatırladığımız vahşi bir şiddet doktrinidir; entelektüel Marksizm'le alâkası olmayan bu militanlar, belki de safderun Batı kamuoyuna sempatik görünebilmek uğruna Marksizm'i istismar etmeyi tercih ediyorlar: PKK'nın kendisini, Marksist ideolojiyi savunan bir işçi partisi gibi takdim etmesini hatırlayalım ve suali bu ülkenin aklı başında Marksistlerine yöneltelim: PKK, Marksist bir hareket midir; Apo bir Marksist midir, ondan da geçtik PKK'ya siyasî yelpazede "sol hareket" unvanı verebilmek mümkün müdür? Benim cevabım "hayır"dır. Gerek PKK, gerek hapishanelerde ölüm orucu organize eden sair örgütler, klasik mânâda Marksist örgüt tarifine uymaktan ziyade etnik esasa dayalı seperatist (bölücü) bir diskuru savunan, yer yer mezhep ayrılıklarına yaslanan; ama temelde mistik unsurlara göndermede bulunan şiddet örgütleridir; kullandıkları siyasî dilin "geri ve gerici" nitelikler taşıması en dikkate değer husustur ve temelde etsinite, mezhep ve şiddet üçgenine istinat ettikleri için, siyasî üslup itibariyle "köylü" nitelemesini hak etmektediler. Kullandıkları eylem dili, bu örgütlerin sosyalist tarih içinde bir yer bulmaktan ziyade bence Bâtınîlik, Haricilik, Hasan Sabbahçılık gibi mistik şiddet taraftarları arasında değerlendirilmelerini gerekli kılıyor.
Türkiye'de sahici bir "sol gelenek" teessüs etmiş olsaydı, bu gibi mistik şiddet tutkunları elbette kendilerini sol cenah içinde tarif etmeye cesaret bulamazlardı. Türk solunun en akıl almaz gafletlerinden başlıcası, vaktiyle toplumsal taban edinmek için etnik ve mezhep ayrılıklarını çok ucuzca istismar etmeleri oldu; neticesi bugünkü manzaradır ve başta da ifade ettiğim gibi bu örgütler, sadece hapishanelerdeki tutuklu ve hükümlülerden ibaret olmayıp hayli geniş bir toplum desteğine sahip bulunmaktadırlar.
"Bölücülük", bugün itibariyle tehdit sıralamasında kaçıncı sıradadır bilmiyorum; ama teşhisin yanlış konulduğu ortadadır; çünkü henüz yakın zamanlarda bir "Türk İslâmı" yaratmak için devletin hangi yanlış politikalar üzerinde ısrar ettiğini hatırlayanlar çıkacaktır. Bugün Türkiye'yi tehdit eden cereyanları ismen tespit ederek onları tarif eden ve sıraya koyan devlet aklı, yirmibirinci yüzyıla birkaç gün kala toplumun hâlâ, dokuzuncu ve onuncu yüzyıllarda benzerine rastladığımız batınî ve mistik şiddet örgütlerinin tehdidine niçin mâruz kaldığını anlayacak durumda değildir; zirâ artık katiyyetle eminiz ki, bizim siyasî sistemimiz bir "hikmet-i hükümet"ten mahrumdur.
Doğrusu böyle bir ortamda Başsavcı Sayın Savaş'ın, "tasfiye edilmeme sebep olan gerici güçlerdir" meâlindeki beyanları, eğer safderunluğun eseri değilse pek çiğ görünüyor ve insanda ister istemez, "bizim dirâyetine toplum huzur ve asayişini emânet ettiğimiz hikmet-i hükümet bu muymuş" hayıflanmasını uyandırıyor.
Kaç yazıyı aynı cümleyle bitirdiğimi hatırlamıyorum: Kavramlara isim vermek ve onu tarif etmek iktidarınız yoksa yönetme iktidarınız da yoktur. Yanlış kavram yanlış teşhise sebep olur, yanlış teşhis ise işte böyle koğuş duvarlarından geriye döner.
Ne alâkası var demeyiniz; "dil devrimi"nin orta vadeli sonuçlarından biridir karşılaştığımız vâkıa!