Marksist eylem literatürüne anlamlı katkı: Ölümü yüceltmek
Af kanunu, mimarlarına hayırlı olsun; ümid ederiz ki bu son af olur. Adalet cihazının on seneyi bulmayan aralıklarla, kapsamı ne olursa olsun sistematik aflarla sekteye uğratılması adalet mantığı açısından bir faciadır; çünkü her af kanunu, yasama uzvunun, adalet cihazının doğru işleyişine duyduğu güvensizliğin ikrarı mânâsına gelir.
İyi işleyen bir adalet cihazının "af" kavramına asla ihtiyacı olamaz. Bir cezanın affı, dolaylı olarak suçun da affı demektir. Eğer bu af kanunu, çok şümullü ve esaslı bir adalet reformunun hemen akabinde, son defaya mahsus kaydıyla çıkarılmış olsaydı, belki savunulacak bir yanı bulunabilirdi; ama adlî cihazımızda her şey eskisi gibi kalırken, -üstelik Cumhurbaşkanı'nın çok ciddi itirazlarına rağmen- affın çaresiz bir inatla kanunlaşması, kamu otoritesinin -âmiyâne ve galât söyleyişle- "kendi kendisini intihar etmesi"nden başka bir şeye yorulamaz. Devletin ancak paletli dozer ve zırhlı zabıta araçlarıyla girebildiği cezaevlerinde kısmî de olsa af ilan etmenin tutarsızlığını tartışmaya artık gerek yok; aslında kimin kimi affettiğini ise tarih söyleyecek!
Ölüm oruçlarına gelelim ve direnişçi mahkumların ölüm oruçlarına gerekçe olarak gösterdikleri sebebi hatırlayalım: Daha şimdiden yirmi civarında insanın ölmesine sebep olan bu protesto hareketi, bazı mahkumların F tipi cezaevlerine nakledilmemek arzusuyla başladı ve bu noktadan sonra müthiş bir propaganda kumpanyası işlemeye başladı. Direnişçilerin gerekçesi ne olursa olsun, tek başarı şanslarının etkili bir enformasyon olabileceği âşikârdı. Direnişçiler, Türkiye'de bu mekanizmayı nasıl işletebileceklerini gayet iyi biliyorlardı ve bu yüzden propaganda ve enformasyon hesaplarında çok başarılı oldular; günlerce ölüm orucuna yatan siyasi mahkumların haberleriyle yattık kalktık. Konunun tek muhatabı hükümet ve özellikle Adalet Bakanlığı bile bu etkili enformasyon karşısında çaresiz kaldılar. Kamuoyu, bütün olayların başlamasına sebep gösterilen F tipi cezaevleri konusunda hükümet tarafından aydınlatılamadı; ama devletin on seneden beri giremediği koğuşlarda akıl almaz bir otorite tesis eden mahkum çeteleri, dertlerini kamuoyuna aktarmakta -her nedense- çok başarılı oldular!
Derken bazı televizyon kanallarında, direnişçi koğuşlarında işlerin nasıl yürütüldüğünü, mesela oruca yatacakların nasıl motive edildiğini anlatan kısa haber filmleri seyretme imkânı bulduk; inanılmaz görüntülerdi: Hapishanelerin dışında insanların vicdanına bile egemen olmaya kalkışan kamu otoritesinin, cezaevlerinin içinde nasıl çaresiz ve etkisiz kaldığını gösteren tüyler ürpertici sahnelere şahit olduk. Bu görüntülerden sonra derecesi ne olursa olsun bu konuda siyasi ve idari sorumluluk taşıyan her kamu görevlisinin birkaç dakika geçmeden istifa etmesi beklenirdi; fakat nerede?
Bu arada direnişçi mahkumların kullandığı ideolojik diskurun muhtevası herkesin dikkatinden kaçtı yayınladıkları bildirilerde, "Zaferi şehitlerimizle kazanacağız. Yaşasın ölüm orucu direnişimiz" tarzında bir üslûba müracaat eden bu örgüt mensuplarının, nasıl ölümcül (nekrofil) bir edebiyata yaslandıkları hiçbir "aydın"ın dikkatini çekmedi. Ölüm orucuna yatırılan mahkumların, bu işe kendi rızalarıyla gönüllü olup olmadıklarını bile öğrenemedik. İçerde ne tür bir ideolojik fanatizmin, gaddarlık boyutlarını aşan raddelerde bir örgüt içi eğitim unsuru olarak yaşayabildiğini anlayamadık. Aydınlarımız, mapusane önünde kameralara demeç verirken işin insanî yanıyla ilgili olduklarını hissettirmeye çalışıyorlardı; ama içerde şahit oldukları bazı şeyleri kamuoyuna bütün açıklığıyla anlatmak konusunda nedense ketum davrandılar. Her şey, oruca yatırılan mahkumların hayatta kalıp kalmamasına endekslenmiş gibi gösterildi. Bu isyan daha hasarsız bir şekilde sona ermiş olsaydı bile aydınlarımızın insanî hassasiyetleri, içerdeki gayriinsanî ve vahşi örgüt disiplininin sona erdirilmesi gibi bir maksada zaten yönelmemişti. Bu "bir kısım aydınlar"ımızın cezaevi önünde iş tutmalarından sonra ellerine geçen şey sadece, kendilerinden menkul bir "arabuluculuk" payesi ile "kullanıldık!" itirafıdır. Kullanıldıkları âşikârdır: Telefonda diğer cezaevindeki örgüt mensubuna emir veren o sesi eminim ömürlerince hiç unutmayacaklardır: "Birkaç arkadaş kendisini yaksın!". Bizim aydınların muhatapları, bir telefon emriyle gözünü bile kırpmadan kendi yandaşlarına ölüm fermanı yollayan insanlardı. Bu durumda sadece kullanıldıklarına şükretseler yeridir.
Direnişçilerin ihtilalciliği, sosyalistliği veya hangi örgüte mensup oldukları artık pek önemli değil; hepsinden daha önemli ve ürkütücü olanı, Marksist eylem literatürüne "nekrofil", yani "ölümperest" bir boyut kazandırmış olmalarıdır. Ey bizim yerli Marksistlerimiz, Marksist literatüre katkıda bulunmak için aklınıza gelen en orijinal buluş, başkalarının ve kendinizin kanını su gibi akıtmak bahasına ölümü yüceltmek mi olmalıydı?