Marjinalitenin daniskası!

Türk sinemasında son günlerde adından çok bahsedilen filmler, garip bir tesâdüf eseri olsa gerek hep marjinal hayat kesitlerini ekrana taşıyor;

toplum hayatının ve olağan işlerin sınırlarına yaslanan aykırılıklar, sapmalar, farklılıklar ve sıradışılıklar el üstünde tutuluyor; daha da olmazsa alelâdeliğin bilinen ama görmezden gelinen tarafları abartılıyor: Küfür, müşterek değerlere saldırı, istihcân, ahlâk normlarının kırılıp dökülmesi gibi elemanların harcıâlem tarzda kullanılması yetmiyormuş gibi tabuları kırmak, egoya ayna tutmak, içgüdüleri analiz etmek gibi süslü iddialarla âdeta topluma gözdağı veriliyor.

Sinema tezat ve dram üzerine kurulmuş bir sanat dili, âmennâ; ancak sıradışı aksiyonlar genel ilgiye mazhar olabiliyor, kabul; yönetmen sahip olduğu dünya görüşüne uygun olarak eserine mesaj yerleştirebilir, anlarız ama bugün karşı karşıya bulunduğumuz tablonun öteki mânâsı çok açık: Türk sineması, Türk toplumunu tanımıyor ve ondan neredeyse tamamen kopmak üzere. Benim kanaatime göre yeni kuşak yönetmenler inandıkları dâvânın fikriyatını yapmak niyeti bir yana sadece algılayabildikleri Türkiye'den insan sûretleri düşürebiliyorlar beyaz perdeye, ürkütücü olan da bu.

Amerikan sinemasının pahalı ve profesyonel bir altyapı desteğiyle çekebildiği gerilimli "action" filmlerine bakıp iç geçiren yeni yönetmen kuşağı, galiba bu prodüksiyon imkânlarıyla asla çalışamayacağını kestirdiği için filme seyirci sağlayacak unsur olarak sadece bu toplumun marjinallerinden medet ummakta; bu algı derecesi daha çok naiv görünüyor. Bitmedi; psikopatların, cinsi sapmaya kaymış mariz tiplerin odağa konulmasında, "tabu yıkıyoruz" bahanesiyle toplumun müşterek değer ve standartlarına saldırmakta başka avantajlar da var; bu cins filmler dünya piyasalarında iş yapmasa bile Avrupa'nın marjinal sinema kulüplerinde pekâlâ "film" yerine konuluyor; ufak—tefek ödüller, azbuçuk para mükafatları, sayfa eteğinde bir iki sütuna sıkıştırılmış övgü kupürleri de var işin ucunda. Kısaca Türkiye'yi ve Türk insanını "tâ'dil ve cerh" eden her sinema eserinin Avrupa pazarında "marjinal" de olsa bir destek bulabilmesi, bazılarının nazarında hiç de azımsanamayacak bir kâr teşkil ediyor olmalı.

Birisi kalkıp filan padişaha esrarkeş, fişmekan sadrazama ayyaş demiş; öbürü cinsi sapmaları toplumun önüne imrenilecek bir değer gibi takdim etmiş; beriki eşkıyalığa destan düzmüş; netice itibariyle "testi içindekini sızdırır" deyip geçebiliriz ama esas işi bu toplumu tanımak ve aksettirmek olan kişilerin, içinde yaşadıkları toplumu bu kadar kaba ve hoyrat tarzda ıskalamasına tahammül etmek gerçekten zor.

Bence bu arkadaşların derdi marjinallik filan değil; "kişiyi nasıl bilirsin / kendin gibi" fehvâsınca en iyi bildikleri işi anlatıyor bunlar. Onlar için yaşadıklarından başka Türkiye yok ve olmaması gerekir. Benim itirazım işte bu yanlış algılamaya yönelik.

Sıradanlığın ve olağanın içinde nabız vuran şiiriyetin dilinden anlamıyor olabilirsiniz; netice itibariyle bu meslekî bir kusurdur ama insanın kendi toplumunu ve ülkesini tanımaması —afedersiniz ama— marjinalliğin daniskasıdır.

Tam yerini "mesh etmek"

Kendi toplumunu ıskalayan yönetmenlerin halini tasvire çalışırken buruk ve hazin bir hadiseyi hatırladım: Bundan on sene önce seçim çalışmalarına katılan bir dostum, bu memlekette milletvekilliği hatta bakanlık mertebesine yükselmiş bir kişinin (ismi lâzım değil) abdest almayı bilmediğini nakletmişti de ağlamakla gülmek arasında bir tuhaf yerde kalmıştık.

Bir siyaset adamı değil de sıradan bir insan olsun, hiç kimse "arkadaşlar namaz kılıyor" diye âdeti olmadığı halde namaz kılıyormuş gibi görünmek, abdest almak, namaz kılmanın erkânını bilmek zorunda olmadığı gibi böyle bir bilgisi olup olmadığını açıklamaya mecbur da değildir. Seçim kampanyası esnasında, propaganda amacıyla bir köye giden siyaset adamının en azından şu dürüstlüğü göstermesi beklenirdi: Ya, "ben bu işleri bilmem; bu yaşa kadar öğrenmedim, bundan sonra da bilmek niyetinde değilim" diyebilir veya "Ben bu işi bilmiyorum ama samimiyetle öğrenmek istiyorum, bana nasıl abdest alındığını lütfen öğretin" diyerek müşkülünden kurtulabilirdi. Ama o alaturka kurnazlığa başvurmayı tercih etti. Tuvaletten çıktıktan sonra elini bile sabunlamadan abdest musluğunun önündeki tabureye oturdu ve yanındaki adam o esnada başını meshetmekte olduğu için tarama özürlü kafasını meshederek abdest almaya başladı!

İşte tasvir etmeğe çabaladığım "hicrân" böyle bir şey: Kendi toplumunu tanımayan bir yönetmenin çektiği filmin sinemalarda birkaç milyon seyirci bulması ile bizim siyâset adamının kör—topal abdest alıp, ağzını gözünü yara yara namaz kıldıktan sonra bakanlık yapması arasında büyük bir fark görmüyorum.


Kaynak (Arşiv)