Mahallenin en namuslu gazetecisi
Başbakan'ın, "Gazeteci gibi gelip başka işler için konuşanlar var" yakınması, necib Türk matbuatında -beklendiği üzre- sert perdeden, "açıkla da bilelim; herkesi töhmet altında bırakmaya hakkınız yok" şeklinde bir tepkiyle karşılandı.
Sâkin olalım; bu infiâli bir "fikr-i tâkib" meselesi haline getirecek kimse çıkmaz; iki gün sonra unutulur gider ama esas mesele olduğu gibi kalır.
Esas mesele (bilmeyen kaldı mı?) Türkiye'de matbuatın sağlıklı ve düzgün bir sermaye yapısına kavuşamamış olmasıdır. Bu ülkede devletin tasvibi ve desteği olmaksızın kısa zamanda büyük vâriyet sahibi olmak imkânsız. Başbakan'ın gayet iyi bildiği ama o esnada belki söylemeyi ihmâl ettiği bir fiili gerçek var; Başbakan'la görüşenlerin arasında devletten bir şey istemeyenlerin (ihâle, imtiyaz, kredi ve emsâli avantajları kasdediyorum) nisbeti kaçtır? Devletle ve hükümetle yakın ilişki içinde olmak, iş dünyasında ayakta kalmak veya büyümek isteyen herkesin tesisine can attığı mazhariyet, hatta bir lütûf değil midir? Basın kuruluşları da neticede sağlıksız sermaye yapısı ve yanpiri üretim anlayışıyla devlet desteğine en ziyade ihtiyaç duyan sektörlerin başında geliyor. Hâlâ öyle midir bilmiyorum; vaktiyle gazete sattıkça zarara giren gazeteler vardı. Sattıkları gazetenin kağıt değeri, etiket fiyatının üstünde seyrediyor, açığı kapatmak için reklâm gelirine yükleniyor, daha iyi reklâm almak için tirajı artırmak uğruna tencere, tabak neviinden promosyona ağırlık vermek zorunda kalıyorlardı. En yukardaki patronun ister istemez başka sektörlere ve iş kollarına bulaşmak mecburiyeti vardı zannederim hâlâ öyledir.
Üstelik gazetelerin satış fiyatları çok ucuz; dünkü rakamlar itibariyle bir litre benzine on tane günlük gazete almak mümkün; buna rağmen tirajlar çakılmış gibi yerinde sayıyor. Tiraj raporlarında dramatik düşüş ve sürpriz yükselişlere rastlanıyor olması, gazete ile okuyucusu arasında birinci dereceden sıcak bağların henüz kurulamadığını gösteriyor. Basın sektörünün girdileri çok pahalı (Beş haneli dolar rakamlarıyla aylık alan az sayıdaki gazetecinin haline bakıp yanlış kanaate kapılmayınız; bu girdiler arasında belki de en ucuzu nitelikli insan emeği olsa gerektir). Neticede gazeteyi yayınlayanlar, bir şekilde desteğe ihtiyaç duyuyorlar. Tefeciye gidecek halleri yok (vaktiyle o yolu deneyenler de oldu), devletten yardım istiyorlar. Mazur görülsün, kusurlarına bakılmasın diye söylemiyorum, olup biten budur ve ne yazıktır ki ülkemizde bugün dahi sadece gazete satmak suretiyle bir gazete ayakta tutulamamaktadır. Ümit kırıcı bir durum; dünyanın en iyi gazetesini yapsanız bile gerçek maliyetinin altında gazete satmak zorunda kaldığınız sürece bütçe açığı ile karşılaşıyorsunuz. "Hür basın" kavramını fiilen zedeleyen sevimsiz bir gerçek bu.
Gelelim şu, "açıkla da bilelim; herkesi töhmet altında bırakma" yollu kabadayılık gösterilerine; hani patronları sadece gazetecilik yaparak gemiyi suyun üstünde tutmaya çalışan bir idealist olsa anlayışla, hatta saygıyla karşılayacağım; ama değil. Basın dünyasında herkes bilir ki Ankara'daki büro şefleri, gazetelerin hükümetle iyi ilişkiler kurmasından ve devamından sorumlu dışişleri bakanları gibidir. Niçin: Sadece haber akışını, kulis dedikodularını aksettirmek için mi?
Eğri oturacak, doğru konuşacağız; nasıl olsa Başbakan'ın çıkıp "benden iş takibi için ricada bulunan gazeteciler şunlar şunlardır" şeklinde konuşmayacağına güvenerek mahallenin en namuslu gazetecisi pozları kesmeyeceğiz. Bu ilişki türü, gazetelerin sermaye yapısının tabiatı gereği yine sürüp gidecek. Bu noktada titizlenmesi gereken basın kuruluşlarından ziyade, bu gibi talepleri karşılayan veya toptan reddetmek durumdaki mercii, yani hükümettir.