Maalesef ruhu yok!
Yeni hükümetin teşekkül tarzı çok ilginç özellikler gösteriyor; koalisyon ortaklarının bölüştüğü bakanlık koltuklarının gruplar halinde taşıdığı nitelik derin anlamlarla yüklü; DSP, her haliyle devlet seçkinlerinin güvendiği ve inandığı "mutemed" bir parti görünümünde; aynı mantığa göre devletin rüknünü teşkil eden bakanlıklar DSP'ye layık görülmüş. Buna mukabil MHP'ye, dar bütçe imkanlarından ötürü yatırım yapma kabiliyetini zaten kaybetmiş yatırımcı bakanlıkların tesliminde "mahzur görülmemiş". ANAP ise DSP ve MHP arasında tartışma konusu yarattığı anlaşılan ve herhangi bir siyasi görüşü kitlelere ulaştırmakta daha müsait zemin sergileyen bakanlıkları almış. Görünüşe bakılırsa ANAP'ın da DSP kadar devlet seçkinlerinin itimada şayan bulduğu bir parti olduğu anlaşılıyor; görünüşe göre ANAP siyasi akıl katsayısı yüksek, devlet tecrübesi engin "aksakallı" bilgelerden müteşekkil bir denge partisi. Bunca "makbul" vasıflarına rağmen ANAP'ın daha bir buçuk ay önce yapılan genel seçimlerde halk tarafından "küsurat partisi" muamelesine tabi tutulmasında bir gariplik yok mu? Bu durumda koalisyon görüşmelerinden evvel hiç yoktan zuhur eden "özür" krizinden sonra MHP'nin niçin hükümet içinde yer aldığı suali askıda kalıyor.
MHP camiasında "devlet hassasiyeti" yüksektir ve zannımca mevcut partilerin içinde "maslahat-ı devlet" veya "devlet tasarrufu" kavramına MHP kadar ciddiyetle yaklaşan bir kuruluş yoktur. Özür krizinin esrarengiz bir formülle sona erdirildiği günden beri MHP Genel Başkanı'nın ekranlara akseden yüz ifadesi, her haliyle mecburi hizmetini "şark"ta yapmaya mecbur bir tayinci devlet memurunun hoşnutsuzluğunu aksettiriyordu. Buna mukabil diğer iki koalisyon ortağı liderin şen ve mütebessim halleri dikkat çekiyor. Bu manzaranın uzun ömür ve istikrar tevlid etmeyeceğini kestirmek için siyaset ilmi bilmeye gerek yok, psikoloji kafi.
Türk demokrasisi 1950 seçimlerinden beri, sandıktan çıkana güvenmeme korkusu yüzünden kriz üstüne kriz yaşıyor. CHP'nin "tek parti" olmaktan da öte, devletin bizatihi kendisi olduğu günlerde hiç gündeme bile gelmeyen bu faktör, elli yıldan beri cılız demokrasimizi hırpalıyor. Çok partili hayat içinde "tek parti" pratiğini ayakta tutmak için girişilen toplum mühendisliği çabaları, önceleri demokrasiye duyulan sevgi ve güveni yıpratıyordu; şimdi yıpranan değerlerin başında demokrasiyle birlikte "siyaset" ve "devlet" de yer alıyor. Devlet kavramına Hegel derecesinde kudsiyet atfetmesek bile, devlet seçkinlerinin, devleti bu derece "evhami" ve "aksi" bir tabiatta göstermeleri anlaşılmıyor. Devlet seçkinleri dilese, halkın nazarında devletin kredisini yüz üzerinden en az otuz-kırk puan yükseltebilecek siyasi imkanlar el altında bulunuyor; üstelik bu siyasetler bütçeden kaynak aktarılmasını bile gerektirmeyecek kadar maliyetsiz tedbirler ama bunun yerine devlet müdafaa gardını hiç indirmeyerek halkla arasındaki mesafeyi serin tutmaya itina gösteriyor. Niçin?
27 Mayıs müdahalesinden sonra yapılan ilk seçimlerin akabinde kurulan koalisyon hükümetinden beri bir gazete okuyucusu sıfatıyla pek çok hükümet teşkilini uzaktan seyrettim; bu kadar tatsız ve garip bir eda ile teşkil edilen bir hükümete ilk defa şahit oluyorum. "Maalesef ruhu yok" nakaratıyla biten bir pop şarkısı vardı, bu kabine, bana o şarkıyı hatırlatıyor. Sureta her bir şeyi tamam ama...
Seçimlerden çıkalı şurada kırk gün oldu; yeni Meclis başkanı seçildi, hükümet kuruldu ama hala sevinemedik çünkü ortada gelecekten ümidvar olmayı gerektiren bir nişane görünmüyor henüz. Göle çalınan bu mayanın tutmasını can ü yürekten temenni ediyoruz; sevinmek, ferahlamak ve Ankara'dakilere güvenmek istiyoruz.
Ne çok şey istiyoruz?