Lâ takrabü’s-sahhafe...
Böyle şeyler ihmâle gelmez, peşinen kaydı düşülmelidir; aşağıda (italik harflerle) göreceğiniz satırlar bana değil, bir mânâda gazetemizin “Sahaflar muhabiri” sayılmak icab eden gazeteci arkadaşım Yusuf Çağlar’a aittir.
Gediklisi olduğu sahaflar muhitinde pek zarif, bir o kadar hüzün verici ama mutlaka paylaşılması gereken bir hâdiseye şahit olmuş. Dilemiş ki bu hoş nükte bende kalmasın, hâl–âşinâ kitap dostları da bilsin, öğrensin; işbu niyetle bana da göndermek nezaketini esirgemediği için kendisine teşekkür ediyor, sözü ona bırakıyorum.
Önemli not: Yazı başlığındaki ikaza aldırmayınız; aslında, “Gel, ne olursan ol yine gel, yeter ki kitaplarla beraber yaşayanlardan birisi ol” demeye getiriyor veya ben öyle anladım...
*
BABİL SAHAF’TA BİR PAZAR GÜNÜ
Abdullah Bey’i çoğumuz tanımayız. Aslında Abdullah Bey’in kim olduğuyla ilgili değil söyleyeceklerim... Tipik bir sahaf müdavimidir Abdullah Bey. O da pek çoğu gibi yazıya âşık, kitap delisi, yitik cennetin, ölümsüzlük iksirinin peşinde koşan bir müptelâdır...
Abdullah Bey’le bir kez daha, neredeyse her pazar günü uğradıkları Babil Sahaf’ta kesişti yolumuz. Uğradıkları derken, bu sahaf yolculuklarını birlikte yaptıkları Sıtkı Bey de yanındaydı. Belki de bu ziyaretlerin müsebbibi o... Her neyse, ikisi de her zaman olduğu gibi aceleyle gelip muhabbetle Sahaf Lütfi’nin tamir için masa üzerine sıraladığı kitaplara dalıp gitmişlerdi. Elbette hoş beşler, selamlaşıp musava yapmalar unutulmadı. Lakin gözler de gönüller de birazdan zuhur edecek güzel kitaplara susamış görünüyordu.
KİTAP GÖRÜNCE DAYANAMAMAK
Abdullah Bey ziyaretten memnun olduğu halde, kendinden şikâyet eder bir serzenişle şu sözleri fısıldadı bizlere. “Lâ takrabü’s- salâte”. İçerideki müşteriler duysun istemiyordu sözlerini. Akşam üzere Kadıköy’e balık almak bahanesiyle çıkan bir sahaf müdaviminin şimdi hiç yeri yokken, âyetin hakikatini kendi nefsine uyduran Bektaşi’nin “Namaza yaklaşma” sözüyle ne ilgisi olabilir, diyerek hayıflanırken; “İşte” dedi, “Benim halimdeki bir müdavim için söylenecek tek söz var; o da Bektaşi’nin dediği gibi işin hakikatini, siyâkını sibâkını yok sayıp tam da orta yerinden söze girmek ve ‘Lâ takrabü’l-kitâbe’ diyerek bu sözü nefsime telkin etmektir çünkü, kitabı görünce dayanamıyorum. Onu almak, bir emanetçi gibi sıkıca kavramak ve kütüphanemdeki eksik karelerden birini sevinçle tamamlamak çaresizliği içindeyim. Ben tam anlamıyla müptelayım. Onun için bu söz bana tam uyuyor: ‘Lâ takrabü’l-kitabe”.
Abdullah Bey’in bu sözlerini serzenişlerle sürdürdüğü bir zamanda bile Kürtçe ve Türkçe metinli Mem u Zin’i, Necip Fâzıl’ın Namık Kemâli’ni ve daha üç beş kitabı kaşla göz arasında sahaf Lütfi Bey’den fiyatlarını öğrenip poşetlemesi için ona uzatıp cebine davrandığını görmek bahtiyarlığını yaşıyorduk.
Sözünde hilâf-ı vaki beyan olmadığının müşahhas bir misali gibi karşımızda duran bu müptelânın, elini cebine attığını söyledim. Kitapların hemen orada bedellerini cebinden çıkarıp ödediğini düşünmenizi istemem. O da biçare, cebindeki kâğıda yeni aldığı kitapların borç hanesine karşılıklarını kaydetmeye çalışıyordu. Sahaf Lütfi Bey’le aralarında yüzyıl öncesinden alışılagelmiş karşılıklı bir akit varmış gibi kitaplar poşetlere sığdırıldı ve gecenin son müşterileri vedâlaşarak dükkânı terk ettiler.
SAHAFIN DERDİ PARA DEĞİL…
Sahaf’ın yüzü gülüyordu. Onun derdi hiçbir zaman para olmadı. Elbette borçlar, kira meşgalesi, geçim meselesi gibi para ile dönen çarkın ağırlığını hissediyordu omuzlarında. Yine de bu yaşanan ve belki de yeryüzünün pek az köşesinde şahit olabileceğimiz hadisenin heyecanına bir kez daha kapılmak ve onu yeniden tecrübe etmek istiyordu Lütfi Bey.
Abdullah Bey’le ilk karşılaşmamızda tek derdinin harfler olduğunu hissetmiştim... İnanın o konuştukça harfleri heyecanlandıran bir sohbet salınıyordu orta yere. İşte bu heyecanın verdiği cesaretle ona dönüp şu tavsiyede bulundum:
-Azizim, biz kitap müptelâsı olmuş biçâre sahaf müdavimleri için söylenecek çok söz vardır, lakin bu sizin şimdi söylediğiniz cümle pek hatırı sayılır bir icattır. Sizin bu icadınızın her pazar evi barkı terk edip sahaflara koşan müptelâlar için yeterince müsekkin etkisi yapacağından emin değilim. Bana kalsa işi kökünden halletmek lazım gelir. ‘Kitaba yaklaşma...’ sözünde gizliden gizliye, ‘Sahafa uğra ama kitap alma!’ gibi sonuna kadar açık bırakılan bir kapı vardır. Sizin bu cümleniz bile iflâh olmaz bir kitap müptelâsı olduğunuzu haykırıyor. Bunca senedir kendinizden bilmeniz gerekir, sahafa girip eli boş çıkan pek az müptelâ vardır. Bana kalsa biz bu açık kapıdan geçip gideriz. Kendimizce mazeretler bulup kitapların, fotoğrafların, notaların, levhaların ve sayısız nadir eserin peşinde sürüklenirken çürüyüp tükenir ömrümüz. En doğrusu Sahaf’a yaklaşmamak olmalı. Yani sizin deyişinizle “Lâ takrabü’s-sahhafe!..
BU SÖZ KÜPE OLSUN BAZI KULAKLARA
Işıkların sönmesi, veda selâmlaşmaları, ayrılık heyecanları içinde söylenen bu sözün Abdullah Bey’e bir etkisi olmuş mudur bilmiyorum. Sahaf Lütfi Bey’in telâş içinde söylediklerimi duyabildiğini de sanmıyorum. Yine de bu pek şatafatlı ve pek hakikatli sözün unutulup gitmesine gönlüm razı olmadı. Yazmak ve kayıt altına almak çabası için sahaflarla da paylaşmak istedim. Zira kütüphanelerin tarumar edilmeye devam edildiği şu yeryüzünde, herhalde biz müdâvimlerin tek dostları sizler kaldınız.
Bâki selam efendim bütün müptelâyı kitaba....