Kutsalları tokuşturmayalım!

YÖK Başkanı Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in, "Bumin, başörtüsü konusundaki kutsal gerçeği dile getirdi" sözünü hangi maksatla söylediğini anlayabilmek için haber metnini birkaç defa okumam gerekti; evvelâ ironik bir göndermede bulunduğunu zannetmiştim çünkü.

"Acaba ben mi yanlış biliyorum" diye sözlüğe baktım; "kutsal" şöyle tarif ediliyor: "Güçlü bir dinî saygı uyandıran veya uyandırması gereken, kutsî, mukaddes. Tapınılacak veya yolunda can verilecek derecede sevilen; Bozulmaması, dokunulmaması, karşı çıkılmaması gereken, üstüne titrenilen; Tanrı'ya adanmış olan, tanrısal olan şey". Bu haliyle kutsal, kendiliğinden "tabu" kavramını çağrıştırmakta. Tabu, kutsal sayılan bazı insanlara, hayvanlara, nesnelere dokunulmasını, kullanılmasını yasaklayan, aksi yapıldığında zararı dokunacağı düşünülen dinî inanç anlamına geliyor; yasaklanarak korunan nesne veya kelime veya davranış.

İlmî bakış açısına göre, gerçekleri veya olguları kutsal olan ve olmayan diye ikiye ayırmak mümkün değildir çünkü kutsal, târifi gereği ilmin konusu olmaya müsait değildir. Keza bilim, yeni kutsallık alanları ihdâs etmez, modern bilimin inşâ tarzı kutsallık üretmeye müsait değildir; gruplandırır, sayar, inceler, parça-bütün ilişkilerini inceler, anlamlı tekrarları kaydeder ve bir sonraki bilinmeyeni öngörülebilir hale getirmek için "yanlışlanabilir" basamaklar inşâ ederek yol alır. İlmî merakın ucu değerler alanına dokunduğunda bilimin suskunlaşması, episdemik duruşun icabıdır. Bilim adamı sıfatıyla değerler alanına dalmak mümkünse de bu serüvenden "bilim adamı" olarak çıkmak imkânsızdır.

Bu akıl yürütme biçimi, bizi kendiliğinden devlet ve bilim ilişkilerine götürecektir. Resmi ideolojiye göre devlet, Atatürk'ün sözleriyle bilimle nisbetini şöyle tayin etmiştir: "Dünyada her şey için, medeniyet için, hayat için, başarı için hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlim ve fennin dışında yol gösterici aramak gaflettir, cahilliktir, doğru yoldan sapmaktır." Ve devam ediyor: "Ben, manevî miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî mirasım ilim ve akıldır." Bu bakış açısı tereddüde yer bırakmayacak derecede bilimi devlete rehber tayin ediyor. 30 Ağustos 1925'te Kastamonu'da türbe, tekke ve zaviyelerin yasaklanmasıyla ilgili konuşmasına ise Atatürk, Cumhuriyet'in istikametini son derece açık bir dille işaretliyor: "Ölülerden medet ummak, medeni bir cemiyet için, şendir(lekedir). Efendiler ve ey millet, biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler ve meczuplar memleketi olamaz. En doğru en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır."

Bu sözlerin anlamını tartışmaya gerek yok; açıktır. Müphem olan, devlete rehber olarak ilim ve akıl doğrultusunu gösterdikten sonra resmi ideolojinin "kutsal gerçekler"ini ilim ve akılla sınamak noktasında işin içinden nasıl çıkılacağıdır. Fiiliyatta olup biten ise şudur: Türkiye Cumhuriyeti devleti, günün birinde devlet adına kutsal gerçek üretmemek esası ve niyeti üzerine binâ edilmiş olmasına rağmen, neticede bilim alanından ziyade ideoloji alanında varolmayı daha zahmetsiz bulduğu için yeni kutsallıklar üretmekten kaçınamamıştır; kaçınması da mümkün değildir zaten. O zaman mesele, hangi kutsalın daha kutsal olduğu tartışmasında kilitlenir kalır: Devletin kutsalı mı daha kutsaldır, yoksa halkın kutsal saydığı şeyler mi? Hangi gerçek daha gerçektir; resmî gerçekler mi fiilî gerçekler mi?

Diyeceğim şudur: Devletin veya devlet adına konuştuğu varsayılan kişilerin yeni kutsallıklar ihdâs etmeğe kalkışması teorik açıdan yanlıştır ve resmi ideolojinin inandırıcılığını zedeler. Bir konuyu tartışma dışına çekmek murad ediliyorsa, "bu devletin kutsal gerçeğidir" demeye gerek yok bence, anayasanın "beşinci kısım"ına yazınız kâfidir.


Kaynak (Arşiv)