'Kürt meselesi'nde sağduyu örsle çekiç arasında
Kürt meselesi üzerine düşünürken, daha ilk adımda fiili bir vâkıa ile karşılaşıyoruz: Bu meselede kabaca iki taraf şekillenmiştir; ilki devletin ve o istikamette düşünenlerin teşkil ettiği taraftır; ikincisi ise son 20 senede, neredeyse bütün Kürtler adına konuşma ve politika tayin etme üstünlüğünü ele geçirmiş bulunan isyancı güçlerdir, son zamanlarda sıkça isim değiştiriyor olsa da bu cenahı kısaca PKK taraftarları teşkil ediyor.
Eskiden "Güneydoğu meselesi" denirdi çünkü problem, Türkiye'nin güneydoğusundaki illerin geri kalmışlığı ile öne çıkan coğrafi bir olgu olarak sunulur, öyle tartışılırdı. Yakın zamanlara kadar konu hakkında düşünen veya söz söyleyen herkes meseleyi bir geri kalmışlık ve gelir dağılımında adaletsizlik çerçevesi içinde değerlendirdi; ortalama bir ifadeyle Türkiye'nin batısı gelişmiş, doğusu ise geri kalmıştı ve bundan birinci derecede devlet sorumluydu. Yapılacak şey basitti; devlet politikaları ile bölgelerarası kalkınmışlık farkları ortadan kaldırılmalıydı, öyle olursa mesele sona erecekti.
Bugün daha doğru bir teşhisle konu, "Kürt meselesi" diye isimlendiriliyor. Dikkatlerden kaçan bir kavram değişikliğidir bu, çünkü geçen otuz sene içinde Türkiye'nin güneydoğusunda meydana gelen olaylar, evvelâ geri kalmışlığı bir manivelâ gibi kullanarak meseleye geçici bir meşruiyet kazandırılması, ardından örgütlü ve silahlı isyan yoluyla konfederasyon taleplerine doğru tırmandırıldı. Doğuda ve güneydoğuda iktisadi kalkınma problemleri hâlâ çözümlenebilmiş değildir ama konu, "Kürt meselesi" adıyla kabullenildiğinden beridir bölgelerarası kalkınma adaletsizliği artık eskisi kadar hararetle müdafaa edilmiyor; bugünün talepleri daha ziyade Kürtlerin dili ve kültürüyle ayrı bir halk olduğu noktasından hareketle, Cumhuriyet'in kuruluşunda "kurucu halk" sıfatıyla söz ve pay sahibi sayılması ve bu olgunun anayasa metnine geçirilerek Türkiye'nin en azından iki veya daha çok halktan mürekkep konfederal bir yapıya dönüştürülmesi yolundadır. Zaman içinde mesele kapsam ve isim değiştirmiş, batılıların "salam politikası" dediği tarzda dilim dilim mesafe almak suretiyle geri kalmışlıktan, ayrı konfederal yapı taleplerine kadar tırmandırılmıştır.
Kürt meselesi üzerine düşünürken, daha ilk adımda fiili bir vâkıa ile karşılaşıyoruz: Bu meselede kabaca iki taraf şekillenmiştir; ilki devletin ve o istikamette düşünenlerin teşkil ettiği taraftır; ikincisi ise son yirmi senede, neredeyse bütün Kürtler adına konuşma ve politika tayin etme üstünlüğünü ele geçirmiş bulunan isyancı güçlerdir, son zamanlarda sıkça isim değiştiriyor olsa da bu cenahı kısaca PKK taraftarları teşkil ediyor. Arada elbette farklı yaklaşım geliştirip farklı şeyler söyleyen ve ifade etmeye çalışan unsurlar da var ama bu unsurlar, Kürt meselesinde söz söylemek, taraf olmak ve hadiselerin seyri üzerinde etkide bulunmak gücünden mahrumdur. Problemi tartışılır olmaktan çıkaran ve gitgide sertleşen bir hale getiren faktör de, işbu gri bölgede fikir üretmeye talip olanların fiilen zayıf ve etkisiz görüntüsüdür. Meselâ Kürt menşeli vatandaşlar içinde PKK'nın siyasetini ve eylem tarzını beğenmeyip reddeden etkili bir oluşumun varlığından henüz haberdar değiliz. Şüphesiz vardır ve mevcuttur ama 1984 yılından sonra hızla artan PKK eylemleri, sadece Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı fiili bir tehdit oluşturmakla kalmadı, Kürtler arasında da, PKK'nın temsil gücünün tartışılmazlığına dair bir kanaat terörü yarattı. Son yirmi sene içinde PKK haricinde vücud bulmuş gibi görünen kuruluşlar bile nihai tahlilde PKK'ya muhalif tavır takınmaktan kaçınmak zorunda kaldılar veya öyle görünmeyi daha uygun buldular. Böylece PKK, neredeyse bütün Kürtleri temsil kabiliyetine doğru yükselen haksız ve politik bir mevki edindi. Buna mukabil ülke içinde Kürtlerin, İslâm ortak paydası sebebiyle toplumun aslî ve vazgeçilmez bir rüknü olduğu tezine sarılarak, konuya daha ılıman bir bakış açısı getirmeye çalışan insanlar ise, 28 Şubat fırtınasının yarattığı kanaat terörü içinde seslerini duyuramaz oldular. Nitekim tâ başından beri PKK'nın kendisini Marksist bir örgüt olarak nitelemesine rağmen ezici çoğunluğu mütedeyyin ve muhafazakâr Kürtlerin içinde nasıl taban bulabildiği, siyaset sosyolojisi nokta-i nazarından önemle incelenmesi gereken bir meseledir. Görünen odur ki Kürtler arasında PKK'nın temsil ettiği anlam, onun siyasi yelpazede hangi ideolojik tutumu savunduğundan ziyade sergilediği vücud dilinin pratik ifadesinde yatmaktadır.
Böylece devlet, 2000 yılı başlarında PKK'nın sadece güneydoğu dağlarında değil, topluma yönelik terör eylemleriyle Türkiye'nin her yerinde sürdürdüğü silahlı mücadeleyi kazanmış gibi görünmesine rağmen, o noktadan sonra yeni duruma uygun yeni ve manidar bir siyaset dili geliştiremediği için etkisiz bir görüntü vermeye başladı. Eskisi kadar yaygın olmamakla beraber hâlâ dağlarda çatışmalar oluyor, askeri uçaklar Türkiye'nin dört bir yanına hâlâ şehit cenazeleri taşıyor. PKK eylemcilerini toplumsallaştırmaya yönelik af kanunlarının işe yaramadığı âşikâr. Avrupa Birliği üyeliği için anayasada ve mevzuatta yapılan değişiklikler yanında ABD'nin Irak'ı işgal ederek ülkenin kuzeyini fiilen otonom bir Kürt yönetimine terketmesiyle Türkiye'nin Kürt meselesi farklı boyutlar kazandı. PKK bugün kendini, on sene öncesine nazaran siyasi ve eli silahlı bir örgüt olarak daha güçlü hissediyor ve bu tutumu, örgütün neredeyse resmi organı gibi yayınlanan gazetelerde bütün ayrıntısıyla takib etmek mümkün. Bu yayın organlarında Diyarbakır'dan "Amid" eyaleti diye bahsedilirken, sair yer adları PKK'nın uygun gördüğü bir terminoloji ile seslendiriliyor. Çatışma haberleri ise sanki iki devlet arasında vukubulmuş sınır olayları anlatılırcasına tasvir ediliyor.
Buna mukabil toplumun sessiz çoğunluğu, Kürtlerin olmadığı bir Türkiye'yi tasavvur etmenin imkânsızlığı bilinci içinde 'Kürt meselesi'ni tek başına ihata eden, kaplayan ve parselleyen PKK eylemlerine karşı sınırlı tepki vermeye devam ederken, Öcalan'ın yakalanmasından sonra gelişen olayları anlamlandırma güçlüğü çekiyor, "madem işler bu raddeye gelecekti; evlatlarımızı niçin şehit verdik?" diye düşünüyorlar. Özellikle çetebaşının yeniden yargılanma kararı, hukukçuların bütün soğukkanlı değerlendirmelerine rağmen sessiz çoğunluğun vicdanını yaralıyor; "o sıradan bir suçlu değil ki, Türküyle Kürdüyle 30 bin kişinin ölümünden sorumlu bir katil" diye düşünüyorlar.
Devlet, AB sürecinde girdiği yeni istikamet üzerinde ikircikli bir tutum içinde ve hayli rahatsız görünüyor. AB Hukuku'nun Türkiye'nin özel şartlarını kaale almadan siyasi nitelikli kararlar üretmesi Türkiye'yi rahatsız ediyor ve günün birinde bu rahatsızlığın AB ile ilişkiyi koparmak noktasına varması pekâlâ muhtemeldir. PKK ve onun İmralı'daki lideri ise yeni süreci herhalde kendilerince "Yıldızın parladığı an" diye niteliyor olsa gerektir. Öcalan, avukatları aracılığı ile verdiği gündelik demeçlerinde bir yanda dağdakilere silahlarını iyi kavramalarını öğütleyip açık tehditler savururken, diğer yanda Türkiye'nin demokratikleşmesine ciddi katkıları olduğuna inanan dengesiz bir ruh hali sergiliyor.
Olan sıradan Kürtlere ve Türklere oluyor; onların kendi başlarına kanaat geliştirme imkânları fiilen ortadan kalkmış gibi; onlar mutlaka iki cenahtan birine tabi olmak, belki bu uğurda zaman zaman iki yüzlü davranmak zorunda kalıyorlar; içlerinde sağduyulu olanlar, evvelâ "bölgelerarası geri kalmışlık farkı" diye başlayan meselenin, bugünlerde PKK taraftarlarınca bolca tekrar edilen "demokratik çözüm ve barış" sözlerine rağmen günün birinde "ayrılıkçılık" limanına doğru uzaklaşmakta olduğunu endişeli gözlerle seyrediyorlar.