Kürt meselesinde "çözüm" ve zihnî boyut
İki arkadaş dertleşiyoruz, dedi ki,
-Yıllardan beri Kürt meselesi hakkında yazıyor çiziyor, tartışıyoruz fakat sanki yapıp ettiklerimizin bir faydası görünmüyor gibi; senin aklında bir çözüm var mı?
Cevaplar suallere göre biçimlenirler. Arkadaşım, "senin çözümün nedir" diye sorunca şaşırdım çünkü doğrusunu söylemek lazımsa Kürt meselesini, diyelim ki enerji açığı veya sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi türünden bir olgu olarak görmedim. Enerji, sağlık veya eğitim gibi meseleler, genellikle bütçeden ayrılan maddi kaynakların doğru ve verimli kullanılmasıyla halledilirler. Buna mukabil, ne yazık ki artık "Kürt Meselesi" diye söz edebileceğimiz mesele ekonomik, sosyal, kültürel veya siyasi araçların devreye girmesiyle şiddetini kaybedip yatışacak gibi görünmüyor.
"Çözüm" kavramı üzerinde durmalıyız. Kâğıt üstünde bakılınca problemler çözülebilecek pürüzler gibi görünür; bana göre Kürt meselesini "çözülebilir ve çözülmesi gereken" bir problem olarak nitelemekle doğru bir şey yapmıyor ve enerji tüketiyoruz.
Aslında çözümün tam içinde yaşıyoruz; yaşadığımız fiilî durum, çözümün ta kendisi.
Başkalarına problem gibi görünen şeyin aslında çözüm olduğunu ileri sürmekle kelime oyunu yapıyor değilim; bilakis, bize mesele gibi görünen şeyin yukarda saymaya çalıştığım ekonomik, kültürel ve politik boyutların ötesine taşarak "zihnî" bir mahiyete büründüğünü savunuyorum.
Çözüm, Türklerin ve Kürtlerin beraber yaşamasıdır; zaten beraber yaşıyoruz. Bu beraberliğin nasıl bir sosyal mühendislik gerektirdiği ile de ilgili değiliz çünkü öyle bir şeye ihtiyacımız yok. Aynı memleketi paylaşıyor ve bu memleketin hemen her yerinde, beraber, içiçe, yanyaya duruyoruz. Türklerle Kürtler arasında bir sosyal kast yok, Kürtler bir ekonomik ablukaya mâruz tutulmuyor, bütün kamu hizmetlerinden yararlanıyorlar. Daha mühimi komşuluk ediyor, kız alıp vermek suretiyle akrabalık tesis ediyoruz ki bir arada yaşama (coexistance) noktasında en kritik kurum budur.
Herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı için ulaşılabilir herhangi bir politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel mevki, hasseten Kürt asıllılar için kapalı değildir.
Kürtler, ait oldukları etnik menşe veya ırk yüzünden kategorik bir ayrıma tabi değiller; daha doğrusu Kürt etnisitesi ne resmî, ne özel ilişkiler çerçevesinde bir dışlayıcı unsur teşkil ediyor; hatta ırk ve mezhep esasına dayalı parti örgütlenmesi kanunen yasak olmasına rağmen, en azından terör örgütünü desteklediklerini inkar etmeyen Kürtlerin bir siyasi parti halinde Meclis’te temsilleri bile büyük bir mesele haline getirilmedi.
Çözüm de budur işte, biz zaten çözümü yaşıyoruz.
Elbette bu tasvir, bardağın dolu tarafı.
Bardağın boş kısmında şöyle bir "zihnî algı" var: Kürtlerin bir kısmı sırf Kürt oldukları için kültürel asimilasyona uğradıklarını, güneydoğu bölgesine kasden yatırım yapılmayarak geri bıraktırıldıklarını, yakın geçmişte 12 Eylül yönetiminin Kürtçe’yi yasaklamaya kalkıştığını, terör başladıktan sonra (1984) güvenlik güçlerinin Kürtlere hoyrat ve önyargılı davrandığını ileri sürerek devlet yapılanması içinde Kürtlere özel bir statü tanınmasını, yoğun bulundukları bölgelerde otonom yönetimler ve özel gelir kaynakları tesis edilmesini istiyorlar; daha radikal bazı çevreler ise Türkiye’nin Sinop-Adana hattının doğusunda kalan kısmının ‘Büyük Kürdistan’a terkedilmesini bile savunmaktalar.
Eğer bir ‘Kürt meselesi’nin varlığından söz edeceksek, en azından bunun "zihnî bir mesele" olduğunu ihtimâller arasına koymamız lazımdır. Zihnî meseleden kasdım, politik veya ekonomik araçlar seferber edilmek suretiyle elde edilecek sonuçların, bu zihni tutumu asla değiştirmeyeceği varsayımından ileri geliyor.
Kürt taleplerindeki muğlaklık da bir başka "zihnî" problemdir: bu talepler en aşırısından Türkiye’nin ikiye bölünmesinden başlayarak, "yahu biz de devletin şefkat eliyle bize dostça yaklaşmasını istiyoruz; Türkiye’de insan gibi yaşamak istiyoruz" diye ifade bulan ılıman dileklere kadar yayılıyor. Gerçekte talep edilen nedir, devletin vereceği hangi taviz tatminkâr sayılacaktır, bu hususta netleşmiş bir fikir birliği yok.
Yeniden bardağın dolu kısmını hatırlayalım; eğer benim yaklaşımımı ciddi bularak Türkiye’de Kürt meselesinin fiili ve elle tutulur değil, "zihnî" bir mesele olduğuna hak veriyorsanız, zihnî bir meseleyi, yine zihnî araçlar yardımıyla anlamaya ve çözmeye çalışmanın doğruluğuna da ikna olmanız gerekmektedir. Nedir o "zihnî" araçlar? Anlayış, hoşgörü, empati, gayret, merhamet, bilimsellik, hakkaniyet, tarafsızlık... nedir? Hangi zihnî aracı kullanarak aşılamaz gibi görünen bu devâsa meseleyi gündemimizden çıkarabiliriz?
Ve bu zihnî araç hep tek yanlı mı kullanılmalıdır; eğer mesele zihnî ise, Kürtlerin de bu zihni engeli bertaraf etmek için bir şey yapması gerekmez mi?
Aklınız karışmış olmalı çünkü meseleyi analitik bir yaklaşımla kendi unsurlarına ayırıp yakından baktığımızda ortada devlete silahla kıyâm edecek büyüklükte bir problem görünmüyor.
Türkiye’de yaşayan herkesin devletten şikâyeti, beklentisi veya devletle ilgili bir derdi vardır. Kürtlere haşin davranan devletin, Kürt olmayanlara daha müşfik davranabildiği yolunda "ayırıcı ve bölücü" bir yaklaşımını bulmak hiç de kolay değildir; bilakis devlet, kuruluşundan bu yana -doğru veya yanlış, onu tartışmayacağız- kendisine tehdit gördüğü her hareketi en sert tepkilerle bastırmak noktasında "eşit" davranabilmiştir! Bu noktayı vurgulamak, her hâl ü kârda devleti savunmak anlamına gelmiyor; örneklerini zihninizde canlandırırsanız bana hak vereceğinizi tahmin ediyorum.
Şimdi de bardağa dışardan bakmayı deneyelim; meseleyi, bir şekilde zıvanasından çıkaran ve bu yazıda şimdiye kadar zikretmediğimiz husus, harici faktörlerdir. Kısaca dün İngilizler, bugün Amerikalılar bölgeye dışardan müdahele ettiler ve çözülebilir pürüzleri, birer zihnî obsesyon (takıntı) nesnesi haline getirerek bölgede kendi çıkarlarını korumaya çalıştılar. Yıkılan Saddam rejimini, ondan önceki krallık dönemini tesis eden bu güçler, şimdi bölgede demokrasi rüzgarı estirirken daha şimdiden milyona yakın Iraklı’nın ölümüne yol açtı. Osmanlı idaresinin bölgeden kovulmasından sonra Ortadoğu bölgesinde Araplar, Filistinliler, Şiiler, Sünniler, Kürtler, Türkler ve İranlılar rahat gün yüzü görmedi.
Bahsedip durduğumuz o "zihnî" takıntı meselesi tabii gelişmelerin sonucu mudur, yoksa bölgedeki Amerikan işgalinin bunda bir payı var mı?
O cevabı tarih kaydeder.
Sözü şöyle bağlamak en iyisi: Bu yaklaşımımı beğenmeyenler, farklı düşünenler olabilir ama ciddiye alınması gereken bir hatırlatmadır: Çözümü bizzat yaşıyoruz zaten; en azından farkında olalım, kadrini bilelim!