Kumdan kaleyi çiğnemenin ödülü var mı?
Gazetelerden birinde Türklerin yapmayı en çok sevdiği tuhaf şeyler hakkında fotoğraflı bir haber vardı. Deniz kıyısında gençlerin uzun eşek oynaması, Şahin otomobillere Doğan görüntüsü vererek hava atmak vesaire gibi hepimizi gülümseten şeylerden biri pek mânidardı: İskambil kâğıtlarıyla yapılmış bir şatoyu ne yapıp edip yıkmak! Böyle yapıları inşâ etmek zahmet, hüner ve sabır ister; yıkmak ise küçücük bir temas veya üfleyişle bile mümkündür. Deniz kıyısında sahipsiz görünen bir kumdan kaleyi yıkmak çoğumuzun aklından geçen ilk şeydir!
Hakikatte yapmaktan çok yıkmayı seven bir tarafımız olduğunu zannetmiyorum. Yıkıcılığın yapıcılıktan daha ez emek ve bilgi gerektirdiğini sezen az sayıdaki çaresizin eylem biçimi olarak yıkıcılık, medyanın haber diline hayli uygun bir görüntü veriyor.
Âkil adamlar, neredeyse 90 yıldır iç huzuru zedeleyen bir meseleyi çözmek üzere tasarlanan barış projesini tanıtmak için şehir şehir, kapı kapı gezip bir sivil toplum hizmeti yerine getiriyorlar. Hepsi de toplumda tanınan, bilinen, meslek sahibi insanlar; mevcut işlerini ertelemek bir yana bu işten ötürü herhangi bir maddi menfaat sağlamıyorlar. Bütün toplumun neticede “Oh” diyeceği bir süreci selâmetle tamamlamakta kendilerine düşen şahsî onur dışında bir kazançları yok.
Âkil adamlar, barış sürecinin mimarı, yürütme kurulu veya yetkilisi değiller; taraflardan birini de temsil etmiyorlar. Müzâkere veya pazarlık yetkileri (hevesleri) yok. Bu insanları şahsen sevmiyor, beğenmiyor olabiliriz ama biraz basîreti olan herkes görüyor ki hayırlı ve iyi bir amaç için gayret ediyorlar. Gösterdikleri fedâkarlık çok büyük oranda takdir görüyor, gittikleri yerlerde hoşâmedî ile karşılanıyor ama bu arada az miktarda protesto ile karşılaştıklarına da şahit oluyoruz.
Demokratik üslûp ve nezaketle ifâde edildiğinde her nevi protestoyu saygıyla karşılamak durumundayız. Ne yazık ki protestolar nezaket sınırını taşıp, toplantıyı sabote etmek, sürdürülemez hâle getirmek maksadına yönelmekte. Konuşmacılara ısrarla lâf atmak, sözlerini kesmek, kışkırtıcı sorularla çileden çıkarmak, slogan atmak gibi eylemler, protestocuların haklı olmak ihtimâlini çürüten bir tesir yapıyor.
“Barış süreci eleştirilemez; karşı çıkan zındıktır!” neviinden bir kanaat terörünü savunmuyorum. Eleştirilerin muhtevâsı değil üslûbu yanlıştır. Kaldı ki protestocular, sürecin nasıl yürütülmesi gerektiğine dair herhangi bir tez sahibi imiş gibi görünmüyorlar. Eleştiri üslûbunun vücut dilinden çıkan mânâ, daha önce denenen ve başarısızlıkla sonuçlanan güvenlikçi politikalara devam edilmesi gerektiği yolundadır. Teröre karşı güvenlikçi karşılık vermek, her kamu düzeninin ilk meşrû tepkisidir fakat çeyrek asırdan beri bu yol netice vermedi. Şimdi siyâsi bir çerçevede çözüm aranıyor. Protestocular da artık bu çerçeve içinde yeni bir tez dillendirmek göreviyle baş başa bulunuyor.
İstemezükçülük son zamanlarda âdeta siyâsi bir tez hâline geldi. Siyaset diliyle tezlerini anlatmakta zaafiyet çekenler, “Ben bunu istemem; bundan daha kötüsü olamaz ki!” mânâsına gelen bir tavır benimsiyorlar. Özellikle küçük bir siyasi partinin fanatikleri tarafından yönlendirilen küçük gençlik grupları, bir süreden beri hoşlanmadıkları kişi ve toplulukların faaliyetlerini yumurta atmak, kargaşa çıkarmak, bağırıp çağırmak yoluyla itibarsızlaştırmayı tarz hâline getirdiler.
Bu tavrın, küçümsenmeyecek oranda basın desteği bulduğu da âşikâr. Herkesin pekâlâ bildiği bazı gazete ve ekranlarda, birkaç kişinin yaptığı protesto gösterisi, “Âkil adamlar falanca şehirde konuşamadı, kovuldular” şeklinde “Fabrikasyon” haberciliğine konu teşkil ediyor.
Protestoların üslûbundan çıkan genel mânâ şudur: Türk toplumu barış kelimesini sevdi ve destekliyor; desteklemeyenlerin önemli bir kısmı ise çözüm fikrine karşı oldukları için değil, sürecin ayrıntıları hakkında tereddüd geçirdikleri için menfi tutum takınıyorlar.
Bu noktada hükûmet, “Barış sürecine toplumun desteği var; bu rüzgârı arkamıza alarak yürürüz” rahatlığına kapılmak yerine, en titiz merak sahiplerini bile ikna edecek bir açıklık edâsını benimsemelidir.
“Barışın alternatifi yok; süreci beğenmeyenler savaşı desteklemiş olurlar!” retoriği câzip görünse de tehlikelidir. Bana göre kamuoyu, sürecin mimarisi hakkında doğru ve yeterli aydınlatılırsa barışın temelleri çok daha sağlam ve esaslı tarzda atılmış olur.