Kum gibi

Şöyle soralım: Merkez Bankası'na Cumhurbaşkanı'nın veto etme ihtimâli çok yüksek birini arasaydınız kimi bulurdunuz? Soruyu şöyle de tertipleyebiliriz; Köşk'ten yeni bir veto daha çıkması için neyi, nasıl yapmak gerekiyordu?

Bu soruların imâ ettiği senaryonun gerçek olma ihtimâli, hayâl mahsulü sayılması ihtimâlinden daha fazla bana göre. Senaryonun çürük gibi görünen noktası şu; hükümet niçin, bir bürokrat ataması konusunda Cumhurbaşkanı'nın bir kere daha veto tavrı sergilemesini bekler? Senaryo yazmaya devam ediyoruz; çünkü genel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken, kendisine puan kazandıracak temel zıtlıkları bir kere daha vurgulamak istemektedir. Mâlum: Cumhurbaşkanı'nın şahsında mükemmel bir temsilci bulan bürokratik güçler koalisyonu, anayasal yetkilerini kullanarak hükümet tasarruflarını engelledikçe, hükümet, seçmen tabanı nezdinde mağdur duruma düşmekte ve seçmen tabanından daha fazla sempatik destek görmektedir.

Peki, hükümet, böyle bir senaryo ile yapmacık bir gerilim icad ederek seçmen tabanını sağlam tutmaya niçin ihtiyaç duymuştur; çünkü, bu satırların yazarına göre bir erken seçim ihtimâli kuvvetle muhtemeldir; Bugün itibariyle hükümet, fazla oy kaybına uğramamış görünüyorsa da, mevcut tabloda seçim barajını aşabilecek durumdaki diğer partilerin birkaç puanlık sıçrama göstermesi, milletvekili sayısında vahim düşüşlerin görülmesine yol açabilir; yani önümüzdeki seçimlerde % 34 civarında oy almış olsa bile, diğer partilerin yükselişiyle hükümet 80-100 civarında iskemle kaybına uğrayabilir.

Diğer taraftan böyle basit ama uzaktan bakılınca ideolojik gibi görünen gerilimlerin kaldırdığı toz duman arasında siyaset yapmak, sadece hükümetin değil merkezi bürokrasinin de işine geliyor. Yatırım kaynakları IMF denetimine gireli beridir Türkiye'de siyaset üretilebilir yegâne aralık ideolojik alandır. Şu başörtüsü meselesine bir de böyle bakmak lâzım. Başörtüsünü çözmek iki dakikalık iş ama problemin devamını sağlamak, siyasi açıdan daha verimli; muhalifiyle-muvafıkıyla herkes başörtüsü gibi saçma-sapan bir ihtilâftan nemâlanıyorsa altın yumurtlayan kazı kimse elden çıkarmak istemez. Bir hafta laiklik tartışırız, öteki hafta "faizsiz banka genel müdüründen MB başkanı çıkar mı" şamatasıyla ilgileniriz, sonra Şemdinli ve benzeri hadiselere dikkat kesilir, Genelkurmay seçimlerinin dedikodusunu yaparız. Bunların hepsi de, bütçeci tâbiriyle "masraf artırımına yönelik olmayan", uzaktan bakılınca fikrî imiş gibi görünen ama hissî algısı yüksek kamuoyunu pekâlâ oyalayan meselelerdir; plajlarda çocukların oynadığı kum yığınları gibi.

Merkez Bankası'na kimin atanacağı, fiiliyatta hiçbir önem taşımıyor. Türkiye'nin en azılı Marksistini, en radikal Milli Görüşçüsünü getirseniz bile hareket imkânı mahduttur. Dış borçları, alıcısını ürkütmeden çevirmek, mali ve ekonomik tablolarda AB standartlarını yakalamak için yapılması gerekenler belli zaten. Bu durumda Cumhurbaşkanı, davranış ve tepkilerinin önceden kesine yakın derecede kestirilebilir bir duruş sergilemesiyle aslında hükümet nokta-i nazarından güvenilir bir partner teşkil ediyor gibi görünüyor bana.

Derken gazetede, "dinine ve milliyetine bağlı olduğu için locadan ihraç edilen bir mason"un haberi gözüme takılıyor; bu garip tamlamanın zihnimde hangi çağırışımı uyandırdığını yakalamak için internet arşivine dalıyor ve moda tabirle "budur" dedirten o ünlü cümleyi buluyorum. Aynen şöyle: "Laik Türkiye Cumhuriyeti'nin Atatürkçü bir vatandaşı olarak Kur'an'a el basarım ki biz teknoloji kurbanıyız; âşık olduğum kadına tecavüz etmem".

Şimdi bu cümlenin Merkez Bankası atamasıyla ne ilgisi var diye sormayacaksınız; ârif olacaksınız!


Kaynak (Arşiv)