Kültür derinliktir; yaygınlık değil
Kültür denilen şey, belki de bizatihi "derinlik"in ta kendisidir. Gazete ve televizyonlardaki futbol ağırlığına bakanlar, Türklerin futboldan çok hazzettiğini zannedebilirler. Yanlış!
Final maçını seyrederken bir yakınımla sohbet ediyorduk; sunucu bir ara beklenen miktarda seyirci rakamına ulaşılamadığından bahsetti. "Maçlar Türkiye'de oynansa ne olurdu?" sorusunu tartıştık ve netice itibariyle, birkaç maç hariç Türk seyircisinin maçlara gitmeyeceği noktasında ittifak ettik. Sebebi açık, biz futbolu sevmiyoruz, "taraf olmak"tan zevke alıyoruz. Her nevi taraftarlık gibi futbolla ilgimiz kültür seviyesine varmadan "senin için ölürüm" sığlığında debelenip kalıyor ve kaldığı noktadan satha yayılıyor. Derin değil, satha doğru yayılan bir ilgi.
Maçın son anlarında Portekiz'in pes ettiği belli olunca, "Ee anlaşıldı ki futbol hatice değil netice oyunudur" cümlesi, TRT'nin yorumcu diye tuttuğu şahsa ait. Sığlık oradan başlıyor ve -dikkat; futbolseverlere değil!- taraftarlara o seviye üzerinden zerk ediliyor. Maçlar devam ettiği sürede yazılı basınımız, bu mühim spor hadiseside dörtte bir nispetinde yer verdi. Birinci sırada üç "iri" takımın transfer haberleri vardı.
Sporun diğer branşları ise zaten üvey evladımızdır. "Okuyucu-seyirci böyle istediği için bu tarz gazeteciliğe mahkûmuz" denilmemeli. Basın dünyasının yöneticileri çoğu kere derinliği değil, yaygınlığı tercih ederek işportacı mantığı ile yayın siyaseti belirliyorlar.
Kültür derinliktir. NATO Zirvesi'ne katılan liderlere Topkapı Sarayı'nda sunulan lirik tarih gösterisi hakkında yazılanların neredeyse tamamı, -hadi sığlık demeyelim- satha yayılmanın bizde ne kadar tabii yöneliş biçimi olduğunu gösteriyordu. (Bu arada Radikal'in Pazar ekinde Gönül Paçacı'nın kaleme aldığı "Ne lirizmi, ne tarihi" başlıklı nefis tahlilinin hakkını verelim.) Yapılan şeyin mânâsı olsa olsa şu: "Biz kültür itibariyle farklılıklardan oluşan o kadar zengin bir birikime sahibiz ki, hepsini tek tek göstermek sıkıcı olabileceği için size bir kolaj takdim etmeye karar verdik!" Halbuki tam aksine sunulan gösteri, hep satıhta kalmayı âdet haline getirdiğimiz için her kolaj unsurunda derinleşebilmemize asla imkân bulunmayan, orientalist, hatta Ayasofya önünde turistlere hediyelik eşya satmaya çalışan işportacı esnafının yaklaşımını hatırlatan ticârî bir bakış açısıydı. Kendisine saygısı olan bir sanat yönetmeni, mehterân bölüğüne zurnayla Mozart çaldırmaya kalkışmaz meselâ; Mozart'a ve klasik değerlere saygısı olan biri de çalınan garâbeti dinlemez, diplomatik nezaket gereği alkışlar, o kadar. Buradan çıkan mânâ Batı musikisine ve mehter an'anesine laubâli yaklaşmaktır. Aksini iddia eden, anlı şanlı mehterân bölüklerimizin niçin hep sekiz-on parçalık bir reperuar üzerinde dönüp durduğunu izah edebilmeli, bununla da iktifa etmeyerek Cumhuriyet'in 80. yılında niçin hâlâ 10. Yıl Marşı üzerinde ısrar ettiğimizi anlatabilmelidir.
Bu arada Mevlevi âyininin nasıl turistik ve popüler bir gösteri haline getirildiğini de unutmamak gerek. Derinlik, Mevlânâ Celâleddin'in ruh, fikir ve inanç birikimi ile birebir alâkalar tesis edebilmektir şüphesiz; sathîlik ise bir tasavvuf ritüelini turistik gösteri haline sokmak. Sair tasavvuf erbâbının şişli teberli âyinleri turistleri korkutabilir ama Mevlevîler iyidir; kıyafetler fiyakalı ve egzotik; âyin fevkalâde theatral azizim. İşte göğsümüzü gere gere Batılılara sunabileceğimiz bir kültür zenginliği!...
Oynatan oynatır da, oynayan nasıl oynar onu bilemem.
Şöyle bir baktım da "derinlik" sıfatına lâyık özelliklerimizin nedense biyolojik, hatta kimyevî surette izaha gelir olması beni ürküttü.