Kulaklarından ışık çıkan yazar

Eskiden şaşırır, hatta biraz kızardım; artık sadece gülüyorum. Yere düşercesine değil, koltukta şöyle geriye doğru kaykılıp saçlarımı kaşıyarak,

-He he, kazı, sana da çıkacak, diye keyifleniyorum; siz de öyle yapın!

Şimdi, "neden bahsediyor bu adam?" diye merak edeceksiniz; anlatayım. Dünkü gazetelerden birinde laikçi dünya görüşüyle mâruf bir yazarımız, "siyasete bulaşmayım, Servet-i Fünûn yazarları gibi kırdan bayırdan bir konu tutturayım" diye olsa gerek, kendini "din ve bilim" meselesinde konuşlandırmış. Bilirsiniz bu mesele, Avrupa'da şöyle-böyle üç, üç buçuk asır kadar aydınlanmacı takımını meşgul etmiş ve nihayet 20. yüzyılın başlarında terâvetini kaybetmişti. Şöyle ki: Bilim yeterince gelişmediği için insanlar, bilimle anlayamadıkları olayları dinî gerekçelerle izah etmek zorunda kalıyorlardı. Derken gel zaman git zaman bilim geliştikçe gelişti ve bilimin ışığı, dinin karanlıkta bıraktığı konuları birer birer aydınlatmaya başladı (bkz. Hümanist Anadolu aydınlanmacılığı ve sair tuhaflıklar); böylece dinin değeri azaldı, hatta hiç kalmadı; çünkü bilim gittikçe gelişiyor, din ise inatla hurâfelere sarılıyordu vs. vs...

Yazarımız da üç aşağı beş yukarı benzer şeylerden bahsediyor; özetliyorum: Genetik bilimi, türlerin soyağaçlarını çıkarıyor, "nereden geldik, biz kimiz" sorularına teker teker cevap buluyor; neticede bilim diyor ki, en eski dedelerimiz, milyonlarca sene evvel Afrika'nın ortasında yaşamış kara derili zencilerdi! Bu noktada Darwin'i de yattığı yerde rahat bırakmamaya kararlı olan yazarımız, ona atfedilen maymun efsânesine temas ederek atalarımızın hem maymun hem de zenci olduğunu söylüyor ama bu kadarcık bir devrimcilik onu kesmiyor; bilim nasıl durmadan ilerliyorsa, yazarımız da kendini gaza getirerek devam ediyor ve diyor ki: "Kur'an'da ve İncil'de Tanrı'nın insanı kendi suretinde yarattığına dair bir söz vardır; bu durumda batılılar Tanrı'yı sarışın ve mavi gözlü veya saçları ağarmış bir adam olarak resmettiler. Bu keşifler sonunda artık Tanrı'yı zenci suretinde çizmeye başlarlarsa hiç şaşırmayalım."

Oturduğum yerde bir aydınlanıyorum, bir aydınlanıyorum; neredeyse burnumdan, kulaklarımdan ışık fışkıracak!

Üstad hızını almış "tabu" budamaya devam ediyor: "Bilim çalışmaları, kültürü ve dini etkileyecek, din anlayışı gelişen teknolojiye ayak uydurmak zorunda kalacak, din ve Tanrı kavramları değişecek ama tamamen ortadan kalkmayabilirler..."

"Bi dakka bi dakka" diye doğruluyorum yerimden, "bu olmadı işte üstâd; hikâyenin en güzel yerinde faz değiştirilir mi" diye homurdanmaya başlıyorum. Fakat yapılacak bir şey yok; masalın sonuna yaklaşırken yazarımızı âniden metafizik ürperişler basıyor, seyrettiği BBC belgesellerinin zihninde uyandırdığı kaotik kıpırdanışlar son anda galebe etmiş olsa gerek, âdetâ huşû ile haykırıyor: "Bilimin gelişmesi tabiatın olağanüstü dengelerini ve ihtişamını göz önüne serdikçe, Tanrı'ya galiba daha çok ihtiyaç duyacağız."

Tam anlamıyla revizyonist bir adım, bir ric'at! Açık arazide yakınlarında bir yerlere yıldırım düştüğünde korkudan ödü patlayıp kendini mistisizme vuran çobanlar gibi yazarımız, bilimin dini günün birinde iki seksen bir doksan yere sereceği âna duyduğu inancı kaybetmiş gibi bitiriyor yazısını:

"Belki de günün birinde bilimle dinin birbirini dışladığı değil, desteklediği bir dünyaya gidiyoruz" dedikten sonra yazdıklarına şöyle bir göz gezdiriyor. Netice acıdır; görüyor ki final, hiç de Protemeci bir edâ taşımamaktadır; bilakis korkak, uzlaşmacı, hatta oportünist bir yaklaşım. "Bari" diyor, son bir cümle attırayım da yiğitlik bende kalsın!" Son cümleyi şöyle kuruyor: "Uzak bir gelecekte olsa da!"

"Pöh" diyorum kendi kendime, "günün birinde bilimin, aydınlanmacı taifesinin zihnini allak-bullak edeceğini kim bilebilirdi ki?"


Kaynak (Arşiv)