Küçük bir burukluğun hikâyesi
"Uzunhacıoğlu Mescidi"ni bilmezsiniz; bilmeniz de gerekmez; esasen Sivas'ta doğup büyüyenlerden çoğu bile Uzunhacıoğlu Mescidi'ni bilmez;
Örtülüpınar mahallesinde, şimdi üstü kapatılmış olan Pünzürük dere yatağının hemen kenarında şirin, ufacık bir mescid. Eski hâli gözümün önünde hâlâ; yayvan taş minâreli, oluklu kiremit çatılı, dışı tatlı kireç sıvalı kalın ahşap duvarlı tipik bir küçük mahalle mescidi; hâni o mahallenin nabzını tutan ve kalbgâhını teşkil eden mütevazı ama çok mühim "şehir" unsurlarından biri. Osmanlı Avrupasında İslâm'ın yayılmasını araştıran bir müellif de o kanaattedir; "Osmanlı Avrupası'nda İslâm'ın halk içinde nüfuz kazanmasının sebebi, âbidevî, yüksek, mutantan ve gösterişli büyük câmiler değil, mahalle aralarında her köşebaşına kolaylıkla inşâ ediliveren mütevazı, şirin ve herbiri İslâm'ın övdüğü ihlâs ve samimiyeti bünyesinde tecessüm ettiren küçük mescidler oldu."
Gittiğim her şehirde eğer mümkün olursa, şehri selâmlamak kabilinden o memleketin "camîi kebîr"ini, yani eski zamanlarda içinde Cuma Namazı kılınan şehrin en büyük ibâdethânesini ziyareti ihmâl etmemeye çalışırım ama asıl görmek istediğim, eski mahallelerin dokusunda tomurcuklanmış küçük mescidlerdir çünkü şehrin karakterini onlar temsil ederler. Dünyanın en basit mesken plânına sahip olmalarına rağmen herbiri parmak izi gibi diğerinden farklıdır; sıradan insanların, mahalle insanlarının uğrak yeridir; avlularında ya sarmaşık olur ya bir meyve ağacının serin gölgeliği; mahalle dokusununun tabii eserlerine burada su şakırtısını da ilâve edebilirsiniz. Cemaat birbirine âşinâdır; ezandan önceki dakikalar, mescidin loş ve sükûtî atmosferinde duvardaki ahşap kasalı antika saatin tik taklarıyla yaşlı ve sâkin çehrelere zamanın çentiğini işleyip durur.
Yaşadığım şehrin her mahallesini ziynetlendiren mescidlerden biriydi Uzunhacıoğlu Mescidi. Mahallî tabirle "sapa" bir mevkide bulunduğu için birkaç yılda bir önünden geçmek nasib olurdu. Günün birinde güzel bir haber duydum. Belediye, Vakıflar idaresinin denetim ve gözetimi altında, mescidi eski inşâ tarzına saygı göstererek ihyâ etmeye karar vermişti. Bu esnada, "ne gerek var, yıkıp yerine daha büyük ve yüksek, kubbeli bir beton cami yapalım, altı dükkân, yan tarafı Kur'an kursu olsun; bir de yüksek minâre kondurduk mu.." diyerek işe müdâhil olmaya kalkışan "câmi horozu(*)" çıkmış mıdır bilmiyorum, kimsenin günâhını almak istemem. Bildiğim kadarıyla alınan bu hayırlı karar sebatla takib edildi. İşin uzmanları evvelâ çatıyı askıya aldıktan sonra göçmek üzere bulunan kerpiç duvarları yıktılar. Bütün ahşap aksâmı tek tek elden geçirildi, onarıldı, temizlendi, çürüyen parçaların yerine yenisi konuldu. Artık kolay ele geçmeyen kireççi ustaları tedarik edildi, çatıdaki oluklu kiremitler mahallinde temin edilemeyince Bursa dolaylarından sipariş edildi. Mescidin alçı işi mihrap süslemeleri korundu; ahşap minber temizlendi, tavana hemen hiç dokunulmadı. Hâsılı günün birinde mescid bütün sevimliliği ile ortaya çıktı. Etrafını çeviren yeşil çimleri, sakız gibi beyaz kireç sıvası, kırmızı oluklu kiremitleri ile Uzunhacıoğlu Mescidi yeniden doğmuşa döndü.
O günlerde aynı heyecânı bölüşen bir avuç ahbabla nasıl hasbî bir sevinç içindeydik; diyorduk ki, "işte yeniden câmi yaptırmaya kalkışan büyüklerimize gösterebileceğimiz bir numûneye kavuştuk. Artık 'mescid böyle olur' diyebileceğimiz bir örneğe sahibiz. Emeği geçen herkesten Allah râzı olsun."
Mescidin ihyâsından birkaç ay sonra bir yatsı vakti yeniden Uzunhacıoğlu'na uğradım. Mihrabın iki tarafına asılması mûtad olan eski levhalar (lâfzı Celâl ve "Efendimiz"in isimleri) esâsen yerinde duruyordu ama onbeşer santim üstüne aynı levhalardan bir takım daha asılıvermişti ve üstelik yeni levhalar, hediyelik eşya satan yerlerde mebzûlen bulunabilen plastik baskılı şeylerdi. Cemaat dağılırken hocaefendiye yanaştım; "bir takım yeter, diğeri fazlalık, onları da bir başka mescide asıverseniz daha münâsip olmaz mı acaba?"
Hocaefendi hakarete uğramışçasına dik dik baktı yüzüme,
O levhaları ordan hiç bir güç indiremez biliyor musun? dedi.
Niçin indiremesin, kaldır at demiyorum ki hocam, diyecek oldum. "Uzatma birader" makamından terslendi;
O levhalar babam tarafından vakfedilmiştir anladın mı?
İçimde birşeyler kırıldı; hiçbir şey söylemedim. Birkaç ay sonra yeniden mescid civarından geçerken minâre gövdesine rabtedilmiş ve üzerinde "Uzunhacıoğlu Mescidi1299" ibaresi yazan mermer levhada bir gariplik farkettim. Aa... herhalde cemaatten biri erinmemişyüksünmemiş, levhayı oradan söktürüp yeniden mermerciye götürmüş, "mescidi" lâfzını mermer tozu ile doldurtup yerine "CAMİİ" yazdırtmıştı. Az buz emek değildi; sebebi ne olsa gerek diye düşündüm. Hâni Uzunhacıoğlu Mescidi de "mescid" değilse, biz bundan böyle neye mescid diyecektik acaba? Velev ki bir cami, haksız yere mescid olarak isimlendirilince mâneviyatı mı zedeleniyordu? Dudak büküp uzaklaştım oradan.
Geçenlerde zarureten bir kere daha uğradım benim sevgili mescidime. Aslında bu mescidi çok sevmeme rağmen plastik baskı tabaklarının nice zamandır vakfedilebildiğinden haberdar olmadığım için kendime cezâ vermiştim. Selâm verir vermez mihraptaki alçı işlemelerini boşuna arayıp durdum; yerine sunta üstüne kaplama baskılı yeni bir mihrap geçirilmişti. Meşhur "vakıf" levhaları ise hâlâ yerinde duruyordu. Çıkarken avluda kesif bir "kenef" kokusuyla sersemledim. Giriş kapısından yedisekiz metre uzağa inşâ edilen asrî tuvaletler fecî kokuyordu ve içerden çıkan herkes, bu zecrî tütsülenme ameliyesinden geçmeye mahkûmdu. Tabii son cemaat yerindeki ayakkabılıktan yükselen o "âşinâ" kokuyu saymıyorum.
Bunlar küçük ayrıntılar belki; Uzunhacıoğlu Mescidi hâlâ bütün şirinliği ile yerinde duruyor ama ibâdet mahallini saçma sapan avizelerle, tuhaf renkli ampullerle, zevksiz levhalarla süslediğini zanneden, çözülmesi aslında pek de müşkül olmayan ayakkabılık, abdesthane kokusuyla cemaati narkozlamaktan geri kalmayan bir avuç "cami horozu"nun hayır ve ibâdet kasdıyla yaptığı müdâhaleler, "bir mekân olarak mâbed" fikrini zedeliyor. Siyâsî İslâm, İslâmî terörizm gibi dış kaynaklı kirli imajları temizlemek için giriştiğimiz müdafaa gayretleri, bu gibi küçük fakat mânidar dikkatleri gündemden çıkarttı. Yeni inşâ edilen mâbedlerde başarılı bir imtihan verdiğimiz söylenemez; İslâm milletleri, yüzlerce yıl içinde mimarîde kazandıkları bütün tecrübeyi unutmuş gibiler. Câmiler şehir dokusu içinde birer inat âbidesi kasdıyla yükselmeye başladı; beton çağında betonun, çelik devrinde çeliğin, daha doğrusu yirminci yüzyılda asrın rûhuna nüfuz edemediğimiz için eskiyi beceriksizce taklit etmekle yeni saçmalıklar arasında bunaldık. Bir geçiş bunalımının içindeyiz ve maddeyi yorumlayacak kafa selâmetine erişmek için herhalde 21. asrı beklememiz gerekecek.