Köylülüğün tasfiyesi Türkiye'nin önünü açıyor
Bir ay kadar önce yaşanan Tunceli krizi, bugünlerde yatışmış görünüyor; ülkemizde gündem çok hızlı değişiyor çünkü. Türkiye, başka yer ve zamanlarda bir asra sığan gelişmeleri çok yoğunlaştırılmış hâliyle son 5-10 sene içinde yaşadı; kısaca hatırlayalım:
1- Askerî vesayet rejiminin dayanakları birer birer çürüyor, hükümsüz kalıyor.
2- Türkiye, savunma konseptini değiştiriyor; bütün komşuları düşman sayan, buna ilaveten içeride de ‘iç düşmanlar’ın varlığını gerekli kılan savunma anlayışı hükümsüz kalmaya başladı.
3- Darbecilik daha önceleri Türkiye'nin siyaset geleneğinde vatan kurtarıcılığı olarak tebcil edilip kutsanırken şimdi suç sayılıyor; darbe teşebbüsleri sorgulanıyor. Aralarında asker kişilerin de olduğu bir dizi sanık mahkeme önünde hesap veriyor.
4- Yakın zamana kadar tek başına şüpheli veya güvenilmez anlamı veren Kürt, Ermeni, Alevi, Kızılbaş gibi kavram ve kelimeler ‘açılım’ konusu hâline geldi. Daha önce tabu sayılan konular rahatlıkla konuşuluyor, tartışılıyor ve en mühimi bu açılımda inisiyatifi devlet üstleniyor.
5- Ve Türkiye, köylülüğü tasfiye ediyor; hem bir üretim modeli olarak, hem de şehir kültürüne katkı mânâsında köylülük tasfiyeye uğruyor. Buna bağlı olarak, tabii iklimini kaybettiği için köylülük kavramına bağlı davranış kalıpları da değişime uğruyor.
ŞEHİR HAYATININ, ORTA SINIFIN YÜKSELİŞİ
Bu itinasız listenin ilk dört maddesi, beşinci şıkkın türevi veya tabii sonucu sayılabilir. Bir üretim modeli olarak aile işletmesine dayalı küçük zırai işletmelerin ve toprak mülkiyetinin ufalması yarım asır içinde şehirli sayısını abartılı miktarda artırdı. Eğitime talep yükseldi ve neredeyse güç belâ karşılanabilir raddelere ulaştı. Eğitimli, ihtisas sahibi genç sayısı artıyor ve bu gençler hızla birer küçük burjuvaya dönüşüyorlar. Bu insanların meselelere bakışı, babalarının ve dedelerinin yaklaşımından çok farklıdır. Onlar tabii olarak çatışma yerine uzlaşmayı tercih ediyorlar; ortak çıkarlarının temsili için örgütlenmeyi becerebiliyorlar. Refah artışı taleplerinin rantçılık, çetecilik, vurgunculuk, eşkıyalık veya haydutluk gibi yollarla değil, istikrar içinde kurumsallaşmaktan geçtiğini biliyorlar; siyasi istikrarın önemini anlıyor ve meşru siyaseti destekliyorlar. Onların korunacak toplumsal mevzileri var; o yüzden hukukun şehir hayatı içinde ne kadar gerekli olduğunu, devlet yönetiminin hukuksuzluk istikametine saptığında ne kadar tehlikeli yerlere gidebileceğini görüyorlar.
Köylülüğün tasfiye sürecinin ortalarındayız; pek çoğumuzun zihninde köy, hâlâ canlı hâtıralarda zihnimizin bir köşesinde duruyor ve köye bağlı davranışların tortusu henüz toplumsal refleksten tamamen silinebilmiş değil.
DARBELER DÖNEMİ KAPANDI ÇÜNKÜ...
Meselâ darbeler döneminin köylülükle doğrudan bağlantısı var: Nüfusun çokluk itibariyle köylerde tutunduğu dönemde şehirler, darbelere mukavemet edecek güçten mahrumdu; çünkü kendi başına sınıf çıkarlarını savunup örgütlenecek bir orta sınıf henüz pek cılızdı. Darbelere direnmesi beklenen çevreler ise darbecilerle işbirliği ve yardakçılık yapmayı daha güvenilir bir liman sayıyorlardı. Türkiye'de hukuk camiasının hemen her darbe sonrasında darbecileri kutsayıp günahtan arındırması, emellerini darbecilerin istikametiyle birleştirmesi çok manidardır; hukuk camiasına akademik çevreleri, etkili basın kuruluşlarını ve gazetecileri, bürokratları da eklemek gerekir. Türkiye'de darbeler sadece ideolojik sebeplerle değil, daha ziyade darbeye karşı çıkacak güçlü bir orta sınıfın yokluğuyla izah edilmelidir.
YA KÜRT MESELESİ?
Sadece ideolojik bir mesele olarak, zaman zaman moderniteye bağlı bir kimlik meselesi olarak algılanan Kürt meselesinin köylülük problemine bağlı boyutu ihmâl edilebilir mi? Şehirleşme hızının düşük olduğu dönemlerde Kürt isyanları kolaylıkla toplumdan izole edilerek gözden saklanabiliyor, tecrid edildiği mıntıkada zaman içinde bastırılabiliyordu. İsyanlar döneminden başlayarak şehirlere yönelen yoğun Kürt göçü, Kürtler arasında şehirli bir orta sınıf meydana getirirken, Kürt önderleri de Cumhuriyet'in eğitim kurumlarında sınıf atlama mücadelesine giriştiler ve Kürt hareketinin içindeki şiddet boyutunu dağda ve şehirlerde terör tarzında gündeme getirdiler. Bugün Kürt hareketi kendi köylülüğünü tasfiye açmazı içindedir. DTP milletvekillerinden Emine Ayna'nın geçen hafta gazetelere akseden, “Tabanımız bizden dağa dönmemizi istiyor” şeklindeki garip açıklaması, dağda siyaset yürütme tarzının alışıldık üslubundan uzaklaşılmasından tedirginlik duyan bir alışkanlığı, daha doğrusu kolaycılığı aksettiriyor; hâlbuki DTP, Meclis'te kendi grubuyla temsil olunan, meşru bir siyasi örgüttür. Bu örgütün her krizde ‘dağa döneriz ha’ tehdidini antika bir tüfek gibi duvarda asılı tutması başka neyle izah olunacak? Buna mukabil mutedil, yani şehirlerde düzen kurmuş, kariyer inşa etmiş Kürtlerin, ‘dağ kadroları’na karşı henüz sesini yükseltmeyecek derecede cılız duruşu meselenin bir başka kesitini teşkil ediyor.
YİĞİTLİK ŞEHİRLERİN DİLİNE NASIL TERCÜME EDİLİR?
Meseleye ‘köylülük tortularının tasfiyesi’ açısından bakınca, önceden fark edilmeyen başka boyutlar da fark edilebiliyor böylece. Bir süre önce, demokratik açılımın başlangıç günlerinde muhalefete geçen ve bu uğurda “Gerekirse dağa çıkarız” tehdidinde bulunan bir başka siyasi partimiz daha var: ‘Dağda siyaset’ motifinin sağdaki siyasetçilerimizin şuurunda hâlâ yer buluyor olması doğrusu pek gariptir. Öyle anlaşılıyor ki yiğitlik, alplik, cesaret ve vatan uğruna gözünü kırpmadan canından vazgeçmek gibi heyecan dozu yüksek davranış biçimlerinin, şehirli hayata uygun sürümlerini hazırlamakta ihmâlkâr davranılmıştır. Dara düşünce ‘zorla siyaset’ usullerini hatırlamak, pek de demokratik gelenekler arasında zikredilemez çünkü.
VE TUNCELİ...
Tunceli'yle başlamıştık, öyle bitirelim: Tuncelililerin Öymen'in sözlerine gösterdikleri infiali haklı bulduğumuzu belirtmiştik fakat bilinen tarihten beri Dersim ve havalisinin ‘düzen’e direnişinde, devlete nüfus kaydı yaptırmamak, vergi ve asker vermemek, kamu görevlilerine şüpheyle bakmak gibi geleneksel Dersimli tepki davranışlarının hemen ardında duran saik dikkatle incelenmelidir. Dersimliler öteden beri kimselerin kendilerine karışmamasını savunarak bir direniş kültürü geliştirdiler ve zamanla bu kültürü ideolojik kalıplara dönüştürdüler. Bunun adını nasıl koymalıyız; büyük denizde kaybolmamak endişesi midir; Tunceli'yi, sanayileşmenin kirinden uzak tutmayı amaçlayan bir nevi küçük bağımsız İsviçre ütopyası mı?
Meselenin, köylülüğün genel tasfiyesi ile alâkası var mıdır; onu da okur-yazarlık oranlarıyla haklı bir şöhret yapan Tunceli menşeli aydınlar tartışmalıdır.
MENDERES NASIL KAYBETTİ; ERDOĞAN NASIL KAZANDI?
Demokrasiye artık ‘kibar görünelim; elbiseler üzerimizde şık dursun’ cinsinden budalaca bir gerekçeyle ihtiyaç duymuyoruz; demokrasi, yükselen orta sınıfların ideolojisidir ve bu sınıflar, korunmaya, savunulmaya değer şeyleri bulunan kitlelerdir.
Türkiye'de askerî vesayet ve darbeler dönemi, antimiliter duygularımız ayyuka çıktığı için kapanmıyor; orta sınıflar, askerî darbeyi ve askerî yönetimi artık verimli bulmadığı, istikrarı uzun süreliğine aksattığı için istemiyorlar. Demokrasi, her şeye rağmen sınıflar arasında uzlaşma kültürünün bilinen en iyi aracı. Köylülüğün tasfiyesi, orta sınıfları güçlendiriyor. AK Parti 2007'de orta sınıfın desteğini yanında bulduğu için askerî muhtıraya aldırış etmedi. Rahmetli Menderes ise son derece uyduruk gerekçelerle darbecilere teslim olmak zorunda kaldı; çünkü köylü toplulukların engin oy deposunda en ufak bir itiraz homurtusu bile duyulmamıştı.