Koyacaksın bunları zaman makinesine...
Ortaçağlar Avrupası'nda okuma-yazma bilmek sıra dışı bir mazhariyetti; eğitim hayatının bütün süreçleri Kilise tarafından finanse edilir ve denetlenirdi.
Dini bütün bir Hıristiyan olduğuna kimsenin şüphe duymadığı bir adam, bir şekilde okur-yazar sıfatı kazanmış olmasına rağmen Kilise örgütlenmesinin dışında ise kökenini belirtmek maksadıyla o kişiye Laik denirdi. Laikos ise Kilise örgütünün dışında kalan bütün halk. Bilumum okur-yazar takımını kendi mekanizması içinde tutan Kilise, sadece din ve iman değil, ideoloji, felsefî kanaat, sanat ve eğitim faaliyetleri konusunda da müthiş bir tekel tesis etmişti.
Daha sonraları insanların doğuştan eşit ve devredilmez bazı haklara sahip olduğu fikrinin galebesiyle birlikte eğitimin herkes tarafından paylaşılması gerektiği düşüncesi ön plana çıktı; eğitim yaygınlaştı ve Kilise tekelinden çıkarak "laik" hükûmetlerin denetim ve yönetimine girdi. Bizde bu gelişme, gecikmeli oldu; eğitimin laik nitelik kazanması XIV. asırda başladı. Bizdeki hâkim eğitim felsefesi, kısaca, "bir okul bin hapishane kapatır" vecizesine yaslanıyordu ve aydınlatmacı bir öze sahipti; bu öz, eğitim yoluyla insan tabiatının değiştirilebileceği inancından kaynaklanır. Kadınlar da dahil herkes okumalı, muasır dünyayı tanımalı, devrin ilmiyle temasa geçerek aydınlanmalıydı. Modern eğitim felsefemizin kurucuları ilginç bir hipotez geliştirmişlerdi; buna göre dindarlar, hükümetin okullarına güven duymaz ve verilen eğitimi küçümserlerdi. Türkiye, yıllarca "her köye bir okul" sloganı ile eğitimi yaygınlaştırmak için büyük gayret sarf etti. O günlerden kalan tatlı bir yâdigar olarak, "Haydi kızlar okula" kampanyası zannederim hâlâ yürürlüktedir: İlkokula git fakat üniversitede dur!
Neticede hipotez yanlış çıktı, çünkü Türkiye'nin temel meselesi dindarlarla laik hükümet taraftarları arasında gerilim değil, nüfusun köylerden şehirlere hızla akmasıydı. Bugün nüfusunun % 70'i şehirlerde yaşayan Türkiye'de herkes, kızlar da dahil, çocuklarını okutmayı, modern süreçlere katmayı hayatının gayesi haline getirmiş durumda.
Erkek çocuklarda problem yok fakat kızların okuma arzusu baş ağrıtıyor ve bir süredir devletin büyük bürokratları, "okuyun dedik ama, bu kadar da değil" diye homurdanmaya başladılar ve dindarların laik eğitime karşı direneceği hipotezini bir kere daha duvara toslattılar: "Tamam, okuyun ama, başını örteceksen okuma" diye mızıkçılık ediyorlar şimdi; bir yandan "haydi kızlar okula", öbür yandan "eşarbını yan bağlama". Nedir bu; büyük tutarsızlık! Aydınlanma efsânesinin sonu. Bahaneler gülünç, gerekçeler tenkide bile değmeyecek ölçüde çocukça. Hırs arttıkça gerekçeler ciddiyetini kaybederek, "biz de bu kızlara kırık not veririz" derekesine kadar düştü. Saçmalık diz boyu.
Milletin "hoca" diye peşinen büyük hürmet gösterdiği, nihâyetsiz kredi açtığı adamlar bunlar. Unvanları kâğıt üstünde zemini sarsıyor ama ağızlarını açtıklarında La Fontaine'nin kargasına dönüveriyorlar. Çok mühim gelişmedir; Türk toplumu akademik intelijansiyasının sığlığını görüyor ve fark ediyor. Türk üniversitelerinin dibe vurduğu andır bu. Öyleyse iyimser bir yorum geliştirelim; irtifâ kaybedecek yer kalmadı; bundan sonrası üniversitelerimizin, bilim anlayışımızın, -Hüsamettin Aslan'ın güzel buluşuyla- "epistemik cemaat"imizin, çağdaş değerlere doğru yükselişe geçmesini bekleyebiliriz.
Başörtüsü dâvâsı yarın çözülse irfânımıza ne ilâve olunacak; sadece yitiğimizi bulmuş olacağız fakat bu "dogmatik hoca" takımının bilim, bilim felsefesi ve bilim hürriyeti konusundaki cehâleti başörtüsünden daha acıklı bir faciadır ve hiçbir anayasa tadilatı bu hicrânı telâfi edemez.
Bir zaman makinesi olacak; koyacaksın bu dogmatik hoca takımını makineye; dooğru 1936 Almanyası'na!