Kompozisyon ödevi!
Gezi olayları sonrasında Müslüman-muhafazakâr kitleyi Geziciler karşısında kenetleyip ayrıştıracak iki önemli hadise cereyan etti; bunlardan ilki Dolmabahçe Camii’ne ayakkabıyla giren serseri takımının içki içtiği ve mekânı bir sağlık ocağı gibi kullandığı, müezzinin de çapulculara destek çıktığı iddiasıydı, ikincisi ise mâlum Kabataş olayı.
Her ikisi de çapulcu vandalların Müslümanların hayat tarzına dahlettiği şekliyle kamuoyuna satıldı ve korku içindeki insanlara, “Bayrağı kap, saflara koş” çağrısı yapıldı.
Gerçekler öyle değildi ama. İlkinden başlayalım; Taksim’de direniş çadırları daha ayaktayken Aksiyon’dan Murat Tokay’a verdiğim mülakattaki şu tesbitimin hâlâ yerli yerinde durduğunu görmekten övünebilirim: “Eylemcilerin camiye sığınmış olması direnişin belki de en sevimli olgusu idi. Ayakkabısını çıkarmamış olabilir. Sileriz, temizleriz, yeniden tahir hale getiririz. İmamın gösterdiği davranış hepimizin yüzünü ağartmıştır. Allah ondan razı olsun. Kapıları kapatsa hepimiz utanacaktık.”
Kabataş olayları ise insanları “Safları sıkıştıralım Müslümanlar, cemaat dışarda kalmasın” beklentisiyle yeniden fırına sürüldü. Bilmemkaç yazarı birden aynı başlıkla yazı yazmaya davet eden müşterek ilham, herhalde basın tarihimizin en eğlenceli fasıllarından biridir. Eğlenceli, çünkü ilk gün koroya katılamayan erbâb-ı kalem, akabinde birer-ikişer farklı başlıklarla, kem-küm ederek de olsa “Tahrir vazifesi”ni yerine getirdiler ve getirmekteler.
İlk günlerde, “Bacımıza hakaret ettiler” söylentisi egemendi ve ortada sebebini hâlâ anlayamadığım, “görüntülerini bizzat seyrettim, bana inanmıyor musunuz?” propagandası vardı. Kabataş’ın mobese görüntüleri daha sonra yayınlandı; bu kayıtlarda, iddia edilen insanlık dışı vukuata dair hiçbir eser yoktu. Mâlum söyleyişle, basit bir video kaydı, çok dramatik bir teoriyi berbad etmişti.
Meslekdaşlarımın içine itildiği şu müşkül durum için onlar adına hakikaten üzülüyorum. İmam-Hatip talebelerine münazara konusu verir gibi onca kerli-ferli yazara kompozisyon ödevi yazdırılması, basınımızın bir kanadının ne kadar zor şartlar altında çalıştığının acı fakat haşin bir örneğidir!
Oysa, kamuoyuna basit bir açıklama yapılarak mesele o gün orada kapatılabilir, “Bütün hadise, o günlerin gerginliğinden aşırı derecede hassasiyete kapılmış bir genç annenin heyecanını abartılı şekilde aksettirmesinden kaynaklanmıştır” denilebilirdi. Halktan özür dilenmesine bile gerek yoktu; unutup giderdik nasıl olsa…
Tam aksini gördük! Gezi travmasından toplumu gerip kamplaştırarak sıyrılmaya çalışan çevreler, hayâlî bir olayı inatla cereyan etmiş gibi göstererek kitleleri ‘gaybe iman’a çağırıyorlar. “Video kayıtlarını boşver, sanki olmuş gibi davran; safları bozma!” Bu bir kitlevî hipnoz veya daha isabetli tabirle toplu gözbağcılık gösterisidir. Medya zoruyla kitleleri suların yükseğe aktığını inandırmaya çalışan ‘üst akıl’ için, “yanlış yaptık; geri adım atıyoruz, özür dileriz” diyebilme durağı çoktan geride kalmış. Ne pahasına olursa olsun efsânenin ilk sürümünde ısrar edilerek, “Toplum biz ne söylersek ona inanır ve onu satın alır” tezine mıhlanıp kalmak, mahiyeti bakımından tüyler ürpertici ve halkı aşağılayıcı bir şey. Medyanın önemli bir kısmı, elinde tuttuğu zincirli saati yavaşça sallayarak, “Gevşeyin, sadece bana odaklanın; gördüklerinize değil sadece bana inanın, birazdan uyuyacaksınız” diyen hipnozcunun muayene odasındaki hasta kanepesine döndü.
Gerçeğin bu kadar zorlanması, bu kadar incitilmesi hayır alâmeti değil; bunları görünce, “Yapmayın efendiler; râzıyım paralele sövün, vatana ihanetle suçlayın, faizcilik, dolar spekülasyonuyla itham edin fakat hakikatleri bu kadar tâcize uğratmayın” diyesim geliyor.