Klasik sanatlarımızı nasıl değerlendirmeliyiz?
Bir sanat ürününün "medenî ve bedevî" formları arasında nitelik farkı olur ama birini diğerine tercih etmeyi gerektirecek bir husumet unsuru aranmaz; her ikisi de birbirini târif eden merhalelerdir.
Meselâ bizde halk şiiri ile divan şiiri farklı dünya görüşünü seslendirmezler, esasta aynı şeyi, farklı zevk ve söyleyiş biçimleri ile ifâde ederler. Halk şiiri, divan şiirini beslediği gibi divan şiiri de halk şiirini etkilemiştir.
Galatasaray Üniversitesi'nde, "Türk Müziğinde Modernleşme Örüntüleri" başlıklı bir seminer verilmiş. Semineri sunan Doç. Dr. Ali Ergur, işe Türk müziğinin eski örneklerinden birini dinleterek başlamış ve salondakilere sormuş, "Bu müzik size neyi çağrıştırıyor?" Çoğunluğunu gençlerin oluşturduğunu tahmin ettiğimiz dinleyiciler sadece bir müzik sosyolojisi öğrencisinin, "İnanç Dünyası programının jenerik müziği" cevabından başka bu suale cevap verememişler; Ali Ergur da bu tesbitten hareketle, saray çevresinde doğan Türk müziğinin batıdan etkilenerek sürekli evrim geçirdiğini ve eski örneklerinin bugün algılanamayacak hale geldiğini söylüyor.
Türk müziğinin, dinleyende, yani Türk gençlerinde tesir uyandırmaması, daha doğrusu bir şey çağrıştırmaması son derece dikkate değer bir tesbittir. Seminerde hangi eserin dinletildiği, haber metninde yer almıyor (Haberin mahreci olarak GSU-HA, İstanbul kısaltması kullanılmış; fikir yürütme yoluyla Galatasaray Üniversitesi'nin haber ajansı diye yorumladım. Daha doğru bilgi edinmek için başvurduğum "gsu.edu.tr" sitesi ise o anda işlemediği için haber kaynağı hakkında ancak tahminde bulunabiliyorum.)
Ali Ergur'un seminerde dile getirdiği haklı tesbitler de var ama haberde geçen "saray çevresinde doğan" tesbiti üzerinde durmak istiyorum. Bugün yaygın kullanış tarzıyla Klasik Türk Musikisi diye bilinen müzik türünün bir saray sanatı olduğu iddiası, "Köroğlu gözün kör olsun" cinsinden, aslı bilinmediği halde tekrarlandığı için müteârife haline gelmiş bir efsânedir ve genellikle Ziya Gökalp merhumun ortaya attığı, "Klasik müzik bir saray sanatıdır ve Türk menşeli değildir, daha ziyade Bizans etkileri taşır; halbuki türkülerimiz bizim asıl müziğimizdir" tezini isbat için başvurulan bir klişedir.
Özetleyerek verdiğim bu cümledeki fikir hatâlarını bir tarafa bırakarak "saray" kavramı üzerinde durmak istiyorum. Osmanlı sarayından bahsederken, zihnimizde bazı oryantalistlerin kaba ve derinliksiz hatlarla çizdiği bir harem klişesi hatırlanır nedense; halbuki Osmanlı sarayı, sadece padişahların özel hayatına tahsis edilmiş bir mekan değildi; Saray, başta devletin idari ofisleri olmak üzere, birbirinden farklı yüksek eğitim faaliyetlerinin de yürütüldüğü bir külliye (kampüs) idi. Sarayda haremin kapladığı yer, devede kulak mesâbesindedir. Saray devletin beyni idi ve bu büyük külliyede devletin hâfızası da dahil, siyasi, iktisadi, dini, edebi pek çok veri kaydedilir, korunur ve işlenirdi. Meselenin ayrıntılarını bilerek geçiyorum; Musikinin de saray çevresinde "sultani" bir müzaherete konu teşkil etmesi pek tabiidir. Bu husus, müziğin "bir saraylı sanatı veya zevki" olduğunu göstermez ama sarayın bir müzik akademisi, o devrin en yüksek konservatuarı gibi fonksiyon ifâ ettiğine işaret eder.
Osmanlı sarayı hakkında hüküm üretirken, onunla muasır diğer sarayları da gözden kaçırmamak gerekir. Avrupa ülkelerinde de saraylar aynı tarzda teşkilatlanmışlardı; bilim ve sanat faaliyetleri, büyük yoğunluğu itibariyle sarayın tam eksende yer tuttuğu bir câzibe çevresi etrafında gelişir ve yürütülürdü. Bugün "klasik sanat" deyince akla gelen batılı sanatlar, yani klasik batı müziği, resim, mimarlık, tiyatro, opera vesaire, batı saraylarında himâye görüp işlenerek klasik değerlerine eriştiler. Avrupa'da hiç bir kültür tarihçisi kalkıp, "opera saray kaynaklıdır, halkın malı değildir, klasik müziği sadece saraylılar dinlerdi, burjuva veya aristokrat sanatıdır" diye garip tezler ileri sürmez. Batı sarayları çevresinde gelişen ve teşvik gören klasik sanatların yüzde yüz halkın sanatı olmadığı âşikârdır, buna rağmen onların "millî", hatta evrensel niteliği üzerinde kimse garip spekülasyonlara girişemez. Bu iddiaları savunanları batıda psikiyatri kliniklerine havale ederler; bizde ise "kültür teorisyeni" pâyesi bahşedilir.
Bu son derece tabii bir hadisedir. Dünün dünyasında saraylar, sadece saraya mahsus bir zevk icad etmek iddiasında değillerdi; onlar yüksek sanat ürünlerini koruyor ve teşvik ediyorlardı. Aristokrat sınıfını yerle bir eden Fransız İhtilâli, sarayın himâye ettiği sanat ürünlerini tahrib etmedi, sadece "halk da görebilsin" diye Luvr sarayını müze haline getirmekle yetindi. Bu noktada aristokratların sanat ve kültüre bakışıyla burjuvazinin veya yeni proleter sınıfının bakışı arasında bir çatallanma görülmemiştir ve aklın yolu da budur. Kültür ve sanat verimlerini, "bu saraya ait olduğu için kötüdür, bu köy yolunda, tarlada-tapanda söylendiği için mübarektir" cinsinden saçma sınıflandırmalara tâbi tutmak, bize mahsus bir gariplik olarak kaldı; hâlâ bu gibi çocukça kategorilerine ciddiyet verildiğini görmek insanı şaşırtıyor ve üzüyor.
Bunun yerine daha kullanışlı ve sosyolojik açıdan daha tutarlı bir başka kategori geliştirilebilir, şudur: Sanat ve kültür ürünlerini "saraya ve halka ait" diye "iyi-kötü" değer yargılarıyla etiketlemeye kalkışmak faydasızdır. Daha işe yarar olanı, aynen İbn Haldun'un tercihiyle "medenî-bedevî" kriterlerini kullanmaktır. Türk Musikisi çağlar boyunca muhtelif zevk yansıma ve kırılmalarıyla her yerde icrâ edildi; şehirlerdeki icrânın, köy ve kasaba muhitlerindeki icrâ tarzından farklı ve daha gelişkin olması son derece tabiidir. Aradaki nitelik farkı, köy ve kasabada icrâ edilen müzik eserlerinin öz be öz Türk, diğerinin Bizanslı olmasıyla değil "medenîlik-bedevîlik" kriteriyle anlaşılabilir. Burada "medenîlik", şehirlerde üretilen değerler anlamındadır ve esasen kelimenin kökü de bu mânâyı işaretliyor.
Bu son derece tabii ve izah edici bir algılama ve değerlendirme kriteridir. Mimarlığı ele alalım; bir 'halk mimarlığı'ndan, köylerde geleneksel usulle sürdürülen ve bu yüzden yüceltilmesi gereken bir köy mimarlığından bahsedemeyiz zira mimâri ancak, karmaşık ihtiyaç taleplerinin yönlendirdiği, kalifiye elemanların bir arada bulunduğu ve bu faaliyeti destekleyecek sermayeyi cezbeden şehirlerde gelişebilirdi; nitekim öyle olmuştur. Bizde bir 'halk resmi'nden bahsedilebilir ancak, bütün samimiyetine rağmen bu primitif bir sanattır ve esasen değerini de naifliğinde bulur. Bizde plastik sanatlar (Hat, tezhib, mimarlık, nakkaşlık, mücellidlik, ebrû, nakkaşlık, kakmacılık vb) ancak şehirlerde serpilme ve yüksek sanat pâyesine erişme imkânı bulabilmişlerdi.
Bir sanat ürününün "medenî ve bedevî" formları arasında nitelik farkı olur ama birini diğerine tercih etmeyi gerektirecek bir husumet unsuru aranmaz; her ikisi de birbirini târif eden merhalelerdir. Meselâ bizde halk şiiri ile divan şiiri farklı dünya görüşünü seslendirmezler, esasta aynı şeyi, farklı zevk ve söyleyiş biçimleri ile ifâde ederler. Halk şiiri, divan şiirini beslediği gibi divan şiiri de halk şiirini etkilemiştir. Divan şiiri, edebiyat zevkinin "medenî" birikimine tekâbül eder, halk şiiri dediğimiz ise tâbir caizse "bedevî" merhaleyi temsil eder. Her iki birikim de aynı kaynağa aittir ama biz yıllardan beri okul çocuklarını bu iki tür arasında tercihte bulunmaya zorlar dururuz.
Klasik Türk Musikisi, "medenî" nitelik taşıyan bir musikidir; bir şehir musikisidir, yüzyıllar içinde halk musikisi basit makam ve temalarda kendi seyrini takib ederken o, ses sistemini inceltip daha farklı makam ve form arayışları içinde bir şehirli zevk inşâ etmiştir.
Bu musikinin, Galatasaray Üniversitesi öğrencilerine hitâb etmemesi, kültür ve sanatımızın "şehirli" niteliğini nasıl körelttiğimizi ve görmezden geldiğimizi gösterir. Biz neredeyse bütün "klasik" birikimimizi, "saray mahreçlidir" diye âdetâ lânetledik ve aşağıladık. Bugün ancak TRT ekranlarında himâye bulabilen Türk müziğinin, sekiz -on makam çerçevesinde döneleyip durması, efemine edâlı erkek solistlerin icrâ tarzına, beşinci sınıf güftelere mahkûm kalarak "Mekteb-i Sultânî" talebelerinin bile teşhis edemediği bir arkaik sanat derekesine düşmesinin bir sebebi de budur.