Kitaplar evler duvarlar

Zihnime sûreti düşen ilk basılı yayınları hatırlamaya çalışıyorum; bunlardan ilki Şevket Rado'nun neşrettiği Hayat mecmuasıdır. Tifdruk baskı tekniği ile yayınlanan Hayat, oturduğumuz küçücük DDY lojmanının küçücük salonunda yere serilmiş.Cihan pehlivanı, defalarca olimpiyat şampiyonu efsâne güreşçi Yaşar Doğu ile ilgili bir fotoğraf;

Yaşar Doğu küçücük bir çocukla boğuşur gibi yere uzanmış, çocuk da babasını sanki tuş etmiş gibi göğsünde oturmakta. Altındaki yazıyı belki de babam okumuştu bana; "Dünyada kimse sırtımı yere getiremedi, sadece oğlum..." meâlinde bir şey.

Okuma yazma günlerine henüz çok var. Eve ara sıra Hürriyet giriyor; orada "Hoş Memo" unvanlı bir Amerikan çizgi hikâyesi dikkatimi çekmişti. Sonra Fatoş ile Basri ve Güngörmüş ailesi. Tipik orta sınıf Amerikan hayatından enstantaneler.

Tommiks, Teksas, Kinova ve Pekos Bill. Nasıl tanıştığımı hatırlamıyorum, sadece resimlerini seyretmekle yetindiğim, belki ablalarıma baloncuklar içindeki konuşmalarını okutarak neler olup bittiğini anlayabildiğim soluk kesici çizgi maceralar. Küçük dayımın bir gün bana birkaç Tommiks nüshası hediye ettiğini de hatırlıyorum; bu oldukça garip bir durum olmalı çünkü yaşıtlarım, benzeri çizgi romanları hep gizlice okuduklarını, ebeveynlerin çizgi roman okumalarına müsaade etmediklerini söylüyorlar; bu değer yargısı doğruydu elbette fakat ben aile çevremden böyle bir tembihle karşılaşmadığım için, ders kitabının arasına Teksas koyup çaktırmadan okumak zevkini hiç tadamadım. Çizgi roman fasiküllerinin o devrin geçim anlayışına göre hayli pahalı olması yüzünden etrafımızda fazla bulunur şeyler değildi bu kitaplar. Ben iyi aile çocukları safındaydım. Beş kuruş verip ayaküstü Tommiks okuma saadetinden de mahrum kaldım böylece.

Hayır, bizim evde kitaplık, kütüphane benzeri bir birikim yoktu. Kitap, bu muhitlerde henüz biriktirilecek bir nesne değildi. Ölümünden sonra babamın terekesinden bir koli dolusu demiryollarıyla ilgili yabancı dilde basılmış bol resimli magazin ve broşürler çıktıysa da onları bir kütüphane çekirdeği saymama imkân yoktur; yine de onları saklıyorum, çünkü trenler beni hep büyülemiştir ve aradan geçen 60 seneye rağmen ne zaman sayfalarını karıştırsam, kuşe kâğıdın kokusunu hep babamla özdeşleştiririm.

İlkokula başlayınca, hikâye kitabı denilen o eşsiz neşriyat türüyle tanıştım ve sonraki yıllarda etrafımdaki bütün hikâye kitaplarını, süngerin suyu emmesine benzeyen bir merak ve iştiha ile okudum. Okulumuzun bir çocuk kütüphanesi yoktu ama yol üstünde gidip gelirken önünden geçtiğim bir başka ilkokulun bodrum katında dört başı bayındır bir kütüphane vardı ve mahalledeki arkadaşlarımın büyük çoğunluğu o okula gittikleri için kütüphaneyi keşfetmem uzun sürmemişti. Kitap rafları arasında Kırk Haramilerin hazine sakladıkları mağaraya girmiş bir Ali Baba sevinci ile dolaşıyordum; bu kitapları okumak, et yemeğinin suyuna ekmek banmak veya hamamda gazoz içmek cinsinden bir lezzet veriyordu.

Top da oynuyordum elbette; asla bir kütüphane faresi olacak derecede kitaplara gömülmedim. Sokak bütün imkânlarıyla çocukları çağırırken, davete icabet etmemeyi tabiata aykırı buluyordum ama nasıl olsa birkaç saat sonra kitaplara dönecek olmanın hazzı sırada bekliyordu; bu zevk ertelenebilirdi çünkü orada, el altında hazırdı. Kitapların en iyi tarafı da budur; sitem etmez, nazlanmaz ve darılmazlar. Dost dediğin de zaten böyle bir şey değil midir?

Yine de durumu hayli abarttığım anlaşılıyor. Okuyacak bir şey bulamayınca "canım sıkılıyor" diye mızıkçılık ederdim. Rahmetli halam, "bu oğlanın çok canı sıkılıyor; eversek mi n'etsek" diye takılırdı. Okunacak kitap bulunca artık canım sıkılmazdı ama. O günlerde henüz sağlığa aykırı olduğu keşfedilmediği için gazete kâğıdından yapılan kesekâğıtları bile okur, oyalanırdım.

İlkokul-ortaokul yılları arasında iki özel kitaplıkla karşılaştım ve her ikisi de üzerimde iz bırakmıştır. İlki eniştemin kitaplığı idi. Bir metre yüksekliğinde irice bir dolaptı, kilitli kapakları vardı ama bu pek mahzur teşkil etmiyordu çünkü anahtarı ablamdan dilediğim zaman alabilir, içini kurcalayabilirdim.

İkinci kütüphane büyük dayımındı; büyük dayım DDY işletmesinde revizörlükte çalışırdı. Yaşıtları evle iş arasına siz bilemediniz kahve sohbetini ilâve edecek kadar rutin yaşarken o, okumayı, okutmayı severdi. Dindardı ve kütüphanesini tahmin edebilirsiniz. Meâller, tefsir kitapları, Mesnevi, Safahat vb...

Bu kütüphane çocukluk günlerimde pek iştihamı celbetmemişti. Hikâye, roman, ansiklopedi cinsinden kitaplar yoktu bir kere ama enikonu kütüphaneydi; bir bütünlüğü ve istikameti vardı. Kütüphanesinden doğrudan istifade etmesem de dayım, fikriyatımın oluşmasında mühim bir yer tutmuştur; çünkü kitaplar, bazen okunmasalar bile evin, odanın, ailenin iklimini biçimlendirirler.

Ortaokul demlerinde nihayet bir kütüphanem oldu. Dedemin bakkal dükkânından temin ettiğim kavaktan mamul harcıâlem bir kara üzüm sandığına kitaplarımı koymaya başladım. Keşke bugün de kütüphanem bu kadar pratik, harcıâlem ve kolay taşınabilir olsaydı! Hiç unutmam bir gün halamlarda yatıya kaldığım bir günün yatsı saatlerinde kim bilir yine hangi sebeple küsmüş olmalıyım ki, sandığımı kucakladığım gibi hemen bir mahalle ötedeki evimizde almıştım soluğu. Ertesi gün küslüğüm yatışıp yeniden halamların yolunu tutturduğumda sandık yine koltuğumdaydı.

Kendi paramla satın aldığım ve yan yana konulunca eni bir tahta cetvelden bile kısa kalan ilk kitaplığıma iftiharla yerleştirdiğim ilk kitap, Varlık Yayınları'ndan "Evren ve Einstein" idi. Tarihi de belli, 1967, fiyatı dört lira. Dört lira iyi para. Takriben bir sene sonra büyük dayımın verdiği 20 lira cep harçlığının tamamını yatırdığım plastik kapaklı Safahat cildi önemlidir zira en az on kere sinemaya gidilebilecek bir parayı ona vermiş olmakla, tercihimi kitaplarla yaşamaktan yana belirlemiş oluyordum. Telif hakları henüz açığa çıkmadığından Safahat hayli pahalıydı. Sırtlarını numaralıyordum, eni sonu 8 veya 9. sırada sona eren bir katalog gayretinin zevki yoktu. Sonraki yıllarda kitapları için "Falancanın kütüphanesi, numara bilmem kaç" diye mühür bastıranlar kadar titiz bir kitap sahibi olamadım; birilerine ödünç kitap verecek kadar kitabım olduğunda, ödünç alan kişiyi ve aldığı kitabı defterine hemen kaydedenlerden de olmadım ama ödünç aldığım kitaplara karşı hep nâmuskâr davranmaya çalıştım; ne kadar nâmuskâr davranılabilinirse o kadar elbette.

Baba evinden kendi evime taşındığımda artık eli yüzü düzgün bir kitaplık sahibi olmanın zamanı geldiğine ailece kâni olmuştuk. En ucuz kaplama suntadan, küçük bir odanın üç duvarını kaplayan raf ve dolap sistemini yerine yerleştirince ne kadar mutlu hissetmiştim kendimi. Üstelik bu sistem içinde bir masam bile vardı. On iki kişilik eski yemek masasını kendim için kullanabilecektim; üstelik küçücük odanın bir köşesinde bir metrekare kutrunda minik bir şark divanı bile yapabilmiştim. Yürümek için pek yer kalmıyordu ama olsun; evin en güzel odasıydı. Birkaç sene sonra salonun kütüphane için daha elverişli bir mekân olduğu fikri kışkırtmaya başladı beni. Hayırlı eşler böyle anlar içindir; "aklımdan bile geçirmemeliydim; orası ona aitti!"

Kitaplarla yaşamak elbette güzel; bir hayat tarzı ama sıkıntısı hiç bitmiyor; şimdi bir başka evde, yine kitaplara ayrılmış bir odada onlarla baş başayım; ama kitaplık, hayli zamandan beridir yine salona doğru genişlemek için kıpırdanıp duruyor.

Aklımdan bile geçirmiyorum tabii!


Kaynak (Arşiv)