Kim itti bizi bu havuza?
Suriye krizi, sakın cami avlusuna terk edilen bir bebek olmasın?
Cami cemaatinin en yufka yürekli, en saf, en iyiliksever üyesine, geçici olarak teslim edilen bebeğin velâyeti, kimse sahiplenmediği için zaman içinde bizim yufka yüreklinin üstünde kalır vee...
Son İstanbul toplantısından nâçizâne benim çıkarabildiğim sonuç böyle bir şeydir. "Suriye'nin Dostları", Türkiye'ye nâzikâne, "Aman bebeğe sahip çıkmaya devam et; biz azığını, çamaşırını tedarik ederiz; bu arada ailesini bulmak için ciddiyetle araştırmalara devam ediyoruz." dediler veya ben öyle anladım.
Dış politika konusunda, biraz safımdır üzerinize âfiyet, meselâ bir süre öncesine kadar Suriye ile neredeyse aradaki sınırları kaldırıp iki devletli tek toplum olmak tasavvurlarından bahsediyorduk ve bu fikir çok hoşuma gitmişti; aramız gayet iyi ve dostâne idi.
Ne Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed, ne de biz, Türkiye olarak o günlerde, şimdikinden daha iyi veya kötü niyetli değildik; Esed o gün de ülkesini babasının tapulu malı gibi yönetiyor, hatta kısmî demokratikleşme adımları atmaktan bile çekinmiyordu. Bize gelince, Suriye ahalisinin saadet ve ağız tadını bugün ne kadar istiyorsak, dün de aynı iyiniyet içindeydik.
Sonra birşeyler oldu; Arap Baharı diye bir rüzgâr esmeye başladı; bunun hakiki bir bahar rüzgârı mı, yoksa film stüdyolarında kullanılan iri vantilatörün üflediği cinsten sun'i bir esinti mi olduğu noktasında da hâlâ sâfiyâne tereddüdlerimi korumaktayım; meselâ aynı bahar rüzgârının biraz güneye doğru esmeye başlayarak niçin Arabistan kıtası ve Körfez mıntıkasındaki emâret yönetimlerine ferahlık üflemediği hususunda hiçbir fikrim yok.
Sözün burasında kaçınılmaz bir vecîbeyi yerine getirmem gerekiyor: Elbette Esed taraftarı değilim, elbette tâ 1982'deki Hama ve Humus katliâmından beri Hâfız Esed yönetiminin kendi halkına uyguladığı sertlik siyâsetini tasvib etmiyorum; elbette yakın akrabamız hükmündeki Suriye ahalisinin açık toplumun nimetlerinden yararlanmasını isterim. Ayrıca tasrih etmenin lüzumsuzluğu kırk metreden bile belli olan bu şahsi açıklamanın gerekliliği, basın hayatımıza musallat olan "öküzün altında buzağı arama" hastalığındandır! Gerçi 2008 senesinin Aralık ayında bir grup gazeteci arkadaşla birlikte Esed yönetimine yakınlığı ile bilinen bir holdingin davetiyle Suriye'yi ziyaret etmişliğimiz ve orada neredeyse diplomatik bir hoşâmedî ile ağırlanmışlığımız vâkidir. Misafirperverlik ve ikram gördük. Keşke Esed yönetimi, reformlarla dünyaya açılan Suriye'nin güleryüzünü göstermek için biz gazeteci takımına yaptığı jestin benzerini, kendi ahalisinden de esirgemeseydi.
O günden bu yana Esed değişmedi; biz de değişmedik ama işin garâbetine bakınız ki ilişkilerimiz, Şam'daki diplomatlarımızı çekecek raddede tatsızlaştı ve bu durumdan en fazla zarar gören -elbette Suriye ahalisi ile- biziz. "Suriye'nin dostları", ellerini ateşe sokmadan açıktan para desteği ile ağızlarını boru gibi yaparak Suriye'ye bahar rüzgârları üflüyorlar. Her üfleyişte siviller katlediliyor, bîgünâhlar zarar görüyor. Sanki sürüm sürüm sürünsün diye özellikle "Sürünceme modu"nda bırakılan bu süreçte (kakofoni veya aliterasyon!) Suriyeli bigünâhların sırtından geleceğin yöneticileri daha şimdiden iktidar pozisyonlarını paylaşıyor gibidir.
Katliama uğrayanları, bugün itibarıyla "eğitim zayiatı" yarın ise "devrim şehidi" sayacaklardır; âdet öyledir; oysa ki ödümüzü patlatan, yarının Suriye'sinde bahar klimaları çalışıyor olsa bile, ahali arasında sittîn sene sürecek veya sürdürülecek kanlı çatışmaların su basmanı (Basement!) seviyesini bulmuş olmasıdır. Suriyeli siviller her gün can derdinde iken uzaklarda veya yakınlarda bir yerde Avrupalı, Amerikalı, Rus, İranlı ve Arap politikacıların meseleyle ilgili olarak ancak bir briç partisinde olduğu kadar taktik efor ve endişe sarf etmeleri utanç verici.
Kim itti bizi bu havuza; yapan mertçe söylesin, söz kızmayacağız!