Kiliseler Kanunu ve ‘çözmeyelim lazım olur’ mantığı

Osmanlı tarihinin en utanç verici mağlubiyetini teşkil eden Balkan Harbi’nin sebeplerinden biri de, tarihçiler arasında “Kiliseler Kanunu” diye bilinen düzenlemedir.

3 Temmuz 1910 tarihinde İttihat ve Terakki Hükûmeti tarafından çıkarılan Kiliseler Kanunu, Balkan topraklarındaki beldelerde, farklı kiliselere bağlı gayrimüslim nüfus arasındaki idari anlaşmazlıkları çözüme kavuşturuyordu. Çözüm çok basitti; ihtilâf çıkan yerde sayım yapılacak, hangi kiliseye bağlı gayrimüslim (Bulgar veya Rum) fazla ise o bölgenin kilise ve okullarında idari imtiyaz kazanacaktı.

Kolay gibi görünen çözüm, aslında Balkanlarda inisiyatifi kaybetmemek için Osmanlı bürokrasisinin ustalıkla attığı bir düğümdü. 1870 yılında Bulgarlar, Rum Patrikliğinden ayrı olarak Fener’de bir Bulgar papazevi kurmak istemişler, netice Sultan Abdülaziz “Bulgar Eksarhlığı” adıyla bağımsız bir Bulgar Kilisesi’nin teşkiline izin vermişti. Bu düzenleme 40 yıl uygulandıysa da şehir ve kasabalarda yaşayan Hıristiyan tebaa çocuklarının eğitimleri şiddetli ihtilaflara sebep olunca İTC hükümeti, Kiliseler Kanunu’nu kısa zamanda çıkardı. Kanunun en önemli sonucu, o güne kadar bir araya gelememiş çiçeği burnunda taze Balkan devletlerinin kendi aralarında hızla ittifak kurarak Türkiye’ye karşı Balkan cephesinde savaş ilan etmeleri oldu. Kanunun çıktığını duyan II. Abdülhamid’in (O günlerde mahlû, yani tahttan indirilmişti ve Selanik sürgünündeydi), “Balkanlar elden gitti” diye hayıflandığı da rivayet edilir.

Bu uzun ayrıntıyı hatırlamanın yeridir çünkü Türkiye, kolay çözümleri “basit” zannederek zarara girmiş olmak endişesini, galiba bu defa bütün önemli meselelerini kasd-ı mahsûs ile zorlaştırıp sarpa sardırarak, mütemadiyen erteleyip çözümsüzleştirerek gidermek istiyor gibidir:

1-Türkiye’nin bir Kürt Meselesi hiç olmayabilir veya çok daha bedellerle yıllar önce çözüme kavuşturulabilirdi; Kürt Meselesi’nin bu boyutlara kadar varmasında tabii olduğu kadar tabii görünmeyen hususlar da var. Bu mesele Türkiye’yi bloke ediyor, zihnini karıştırıyor ve demokratikleşmesini, güçlenmesini engelliyor. Tek duvarı olmayan bir evi ısıtmak gibi bir şey bu...

2-Başörtüsü problemini hiç yaşamayabilirdik veya zamanında gösterilecek basiretli hamlelerle giyim-kuşam işleriyle kamu hizmetleri arasındaki ilişki çok sağlıklı bir çözüme kavuşturulabilirdi. 28 Şubat’tan 15 sene sonra bile başörtüsü hâlâ Demokles’in Kılıcı gibi tepemizde sallanıyor. (Mesela partilerin başörtülü milletvekili kâbusu!)

3-Sağ-sol ayrımının, toplumu kamplara bölecek derecede sert ve tahripkâr algılandığı belki tek ülkeyiz. 70’li yıllarda bu ideolojik fay hattı toplumu ikiye böldü; enerjisini tüketti ve iç savaşın eşiğine kadar getirdi ve 12 Eylül Darbesi’ne dekor oldu. Pek çok ülkede sağ-sol farklılığı toplum barışını tahriş etmeden algılanmıştır hâlbuki. Bu çatışma alanı bir hayli yatıştıktan sonra onun yerine ustalıkla Dindar-Laikçi çekişmesi ikame edildi. Herkesin aynı dünya görüşünü paylaşması beklenmiyor elbette ama Türkiye’de bu gibi tabii görüş ayrılıklarının, bir hayat tarzı çatışmasına ve oradan sert kamplaşmalara dönüşmesinde şüphe uyandırıcı bir taraf yok mudur?

4-Mezhep farkı, tarihte (ve maalesef şu anda bazı İslâm ülkelerinde) ihtilâflara sebep olabiliyor. Türkiye’de Alevi-Sünni gerginliği belli aralıklarla tutuşturulduktan sonra dinlenmeye bırakılan ama asla söndürülmeyen bir iç mesele halinde. Geçen hafta Adıyaman’da bazı evlerin kapısına konulan garip işaretlerin, toplumda eski korkuları nasıl tazelediğini hatırlayalım.

Evet, bunlar büyük meselelerdir ve bugünden yarına çözülmesini beklememek gerekir; ne var ki bu problemlerin tamamı bir şekilde hükümet darbelerine dekor teşkil etmiş, toplumu sert ve tahrip edici fay hatlarıyla kırılganlaştırmış şeyler. Sanki birileri, âdeta vaktiyle Kiliseler Kanunu örneğinde görüldüğü üzere, “Çözmeyelim lâzım olur!” diye bu gibi meselelerin devamı için özel itina gösteriyor gibi.

“Birileri” derken müphem ve meçhul şer kuvvetlerden bahsetmiyoruz. Türkiye’de politika çok keskin ve kanatıcı çelişkiler üzerinden yürütülüyor. Ağaçlara bakarken ormanı gözden kaçırıyoruz bazen. İktidar mücadelesinin bilinen ve hesapta olmayan aktörleri, problemleri çözmek yerine sürüncemede bırakmayı tercih ediyorlar.

Sürüncemede bırakmak yerine çözmek yolunu tercih etseydik, bugün nasıl bir ülke olurduk acaba? Düşünmeye değer!


Kaynak (Arşiv)