Kendimi tebrik ederim
Bugün kuşlardan, çiçeklerden, bahardan bahsedecektim ama o da ne; benim için artık keenlemyekûn hükmündeki bir yazar, bir okuyucusunun hatırlatması üzerine en eski bir yazımdan uzunca bir alıntı yapmış: Başlığı “Çöl Hırsızı”, yayın tarihi, 8 Eylül 2008.
Evvela bu alıntı pasajı size özetlemem lâzım:
Çölde bir kabile reisinin dillere destan bir atı varmış. Bir gün atına binip tek başına çölde gezmeye çıkmış, tam dönmek üzere iken uzaklarda bir karaltı fark etmiş. Bir insan, yerde yatıyor. Belli ki çok hasta veya ölmek üzere...
Hemen atından inerek yerdeki adama yardıma gitmiş. Hâlâ nefes aldığını görünce sevinip bir yudum su vereyim derken, o mecâlsiz ve hasta adamı, değerli atın üzerinde görünce şaşırıvermiş. Adam hemen atı topuklayıp hayli uzaklaştıktan sonra dönüp, bakmış atın sahibine, ama bir gariplik var; atın sahibi ardından koşarak bağırıp çağırmıyor; durduğu yerde ağlıyor.
-Ne oldu diye bağırmış hırsız, “Zoruna gitti de ondan ağlıyorsun değil mi? Sen ki bu atı kendi gözünden, evlâdından bile kıskanırdın ama bak, aklım ve çevikliğim sâyesinde şimdi benim atım oldu; ne kadar ağlasan yeridir!”
Atın sahibi gözyaşlarını silmiş; demiş ki, “Hayır ey hırsız, atımı çok severdim, onu benden çalman elbette gücüme gitti, fakat onun için ağlamıyorum. Bu haber yarın duyulduğunda, artık çölde hiç kimse, ölmek üzere olan gerçek birine bir damla su vermeye çekinecektir. Onun için ağlıyorum.”
Bu mânidar iktibası niçin yaptığını, okuyucusunun şu cümleleriyle izah ediyor o yazar: “... yanarım yanarım da bundan sonra cemaat tarikat denildiğinde insanların aklına Ali Kalkancı, Fadime Şahin’in geldiği gibi Camia gelecek de ona yanarım.” Kendisi de kıssadan hisseyi şöyle açıklıyor:
-Ah Tayyip Erdoğan, iyiliklerinin sana karşı kullanılacağını düşünür müydün?
Allahümmassâbirîn! Madem “Çöl hırsızı” hikâyesi benim kelimelerimle başka bir meseleye monte ediliyor, öyleyse 6 sene önce bu yazıyı hangi vesileyle kaleme aldığımı anlatayım ki taş gediğine otursun.
O tarihin gazetelerine bakınca hatırladım ki, Almanya’daki Deniz Feneri e.V davasının karara bağlanması üzerine üzülüp de yazmışım. Suimisâl emsâl olmasın, insanlar yardım kuruluşlarına güvenlerini kaybetmesinler meâlinde bir yazı. Aslı biraz daha uzun, isteyen Zaman arşivinden bulup okuyabilir.
Hikâyenin ardından şu satırları da ilâve etmişim:
“Allah, kitap, merhamet, insanlık, kardeşlik, yardım gibi kelimeler bir araya getirildiğinde, samimi gönüller, ‘Acaba yine mi tufaya getirilmekteyiz’ şüphesiyle burkulup kavrul[masın].
Bir kuruşu, tek zerresi bile zimmetine geçirenin boğazında ateşten lâledir zaten; lâkin, eğer varsa böyle irtikâpların sorumluluğu bir şahısla, bir kurumla sınırlı kalmıyor, çöldeki bütün yoksulları ve varlıklıları da vurup lekeliyor. Olmamalıydı, hiç olmamalıydı; bırakınız resmî suç isnadı, kapalı kapılar ardında dedikodusunu etmeye kalkışanlar bile, “Allah’a sığınırım” diye hicap ederek titremeliydiler; öyle olmalıydı çünkü parayı en büyük değer bilenlerin arasında “akçalı” işler görmek durumunda olanların mesuliyeti çok farklıdır.”
Dargınlık, polemik olmasın diye kişi ve kurum adı zikretmemişim lâkin adresi âşikâr. Elime sağlık! Şu günlerde tarafsız gözlemci koltuğunda oturup, “Yiyin birbirinizi, hepiniz aynı bağın üzümleri değil misiniz?” makamında elini oğuşturan takımına gitsin bu yazım; ayrıca “Bunca yıldır yolsuzluk yoktu da iki ay önce mi başladı yani?” diye fikir yürütenlere de kapak olsun.
Kendimi yeniden tebrik ediyor, bu vesile ile 6 yıllık yazıyı unutmayan ama maalesef farklı yorumlayan o okuyucu ile, “İşte bir vecettü de ben buldum” diyerek heyecanla iktibas eden yazara aleni teşekkürlerimi sunuyorum!