Kendi sesine hayran adamlara dair
Kendi hüsnüne hayran olmakla mâruf Narkissos'un hikâyesini herkes bilir ama bütün Narkissos efsâneleri, kahramanının ölümüyle biter; Oscar Wilde'inki hariç:
"Narkissos(*) öldüğünde kırçiçekleri çok üzülmüşler, onun ardından ağlayabilmek için nehirden su damlaları istemişler. 'Ah' demiş nehir, 'her damlam gözyaşı olsa, Narkissos'un ardından ağlamama yetmez; ben ona âşıktım!'. 'Ah' demişler kırçiçekleri de, 'nasıl âşık olunmaz Narkissos'a. Öyle güzeldi ki!'
'Güzel miydi?' diye sormuş nehir.
'Senden iyi kim bilebilir? Hergün üzerine eğilip senin sularında kendi güzelliğini seyrederdi uzun uzun...'
Nehir cevap vermiş: 'Ben ona âşıktım, çünkü sularıma eğildiğinde, onun gözlerinde sularımın yansımasını görürdüm." (**)
Bir "teşehhüt" miktarı özgüvenden fazlası...
Narkissos kendisinden ibaret kalsaydı elbette bahse değmezdi; Narkissos'dan önce de sonra da Narkissos'lar hep vardı; hâlâ öyledir. Atalarımızın, "kendini beğenmeyen çatlar ölür" demesine aldırış etmemeli, onların kasdettiği "nefis emniyeti" veya özgüven diye adlandırdığımız şeydir ve herkeste bir teşehhüt miktarı bulunmasında fayda vardır; "teşehhüt miktarı"ndan(***) fazlası fazladır ve Narsisizm'e dahildir. Bugüne kadar tam bir Narsist tanımadığım için şikâyetçi değilim ama kendi sesinin hüsnüne hayran olmak vasfı ile temâyüz eden politikacıları düşünürken, onların siyâsî hayatımızda müstakilen fenomen teşkil edecek derecede sayıca artmaları dikkatimi çekti.
Siyâsette "hitâbet"in önemi, herhalde şöyle veya böyle işin içine "cumhur"un katılmasıyla artmış olsa gerektir. İyi siyâsetçinin iyi ve güzel konuşması gerektiği yolundaki bâtıl inanç da herhalde XIX. yüzyıla dair bir değer olmalıdır. Demokrasili yıllarımızda siyâsilerimiz kendilerini halka beğendirebilmek için iyi siyâset yapmak yerine iyi hatib olmanın lüzûmuna nasıl kail oldular bilinmez fakat, onların hitâbetten bütün nasiplerinin demagoji veya "mugâlata"dan öteye gitmediği şüphesizdir. Kaldı ki mugâlata bile, bir dereceye kadar zekâ keskinliği, yetersiz fikirleri süslü sözlerle parlatma sanatı olarak asgarîden de olsa seviye gerektirir. Bizim siyâsî iklimimizin talihsizliği ancak şöyle tarif olunabilir: Bizde üç cins siyâset erbâbı dikkat çekiyor:
Demagoglar (Siyâsi kültürden ve güzel sesten nasipsiz)
Sesi güzel olanlar (Siyâsi kültürden ve demagojinin inceliklerinden nasipsiz)
İyi siyâsetçiler (Demagojiden ve ses güzelliğinden nasipsiz)
Bu kabataslak listeyi isim vererek örneklendirebilme lüksüne sahip değilim; bu noktada hâfızanıza müracaat ederek kimin hangi gruba girdiğini siz tahmin etmek zorundasınız. Esasen bu yazının maksadı, Türk siyâsî hayatında ismi lâzım olmayan birtakım kişilerin sadece ses tonunun güzelliğine (veya böyle bir hüsni zanna) dayanarak uzun yıllar boyunca parlamentoda veya siyâsî partilerde post sahibi olmasına zemin teşkil edebildiğini işaretlemekten ibaret bulunuyor.
"Bende bu ses tonu oldukça..."
Derhal belirtmeliyiz ki, sesine bile değil ses tonunun güzelliğine meftûn olanlar arasında sağsol ayrımı yapmak mânâsız ise de "meftûnî"lerin özellikle sosyal demokrat siyâset geleneğinde kesifleştiği söylenebilir çünkü Türkiye'de sol siyâset geleneğinin "sağ"dan daha ziyade örgütü önemseyen bir yapıya sahip olduğunu teslim etmeliyiz. Onlar gırtlaktan gelen, yarım ton dâvudî bir sesle tane tane konuşmaya, gereksiz yerlerde bile "ince a" telâffuzuna ve "koşulları saptamak, olasılıkları irdelemek" türünden güzellikler terennüm etmeye dikkat ederler. Konuşmaları, satıhta yoğunlaşan bir popülizm ile mâruf ve mâlüldür. Hemen hepsinin gençliğinde öğrenci derneklerinde yönetici, konuşmacı, ajitatör olarak vazife yaptıkları tahmin edilir. Kendilerine yeterli miktarda konuşma şansı verildiğinde muhataplarını mutlaka iknâ edeceklerine güvenirler. Sol gelenekten gelen "meftûnî"lerin konuşmaları metin tahlilinden geçirildiğinde "aydınlık, ilerleme, çağdaş, atılım, halk, devrim, savaşım, yurtseverlik, kitle, önderlik" gibi şifre kelimelere ağırlıkla yer verdikleri müşahede edilebilir; aynı tipin sağ versiyonu ise içindeki hamâset köpüklenmesini aynı heyecan ve inançla fakat farklı şifrelere müracaat ederek seslendirecektir; "millî, millet, tarih, şan, debdebe, kültür, aziz, vatan, vb." Her iki versiyonun da mânidar müştereği kofluktur. Onlar genellikle fikirleri değil, fikirlerin ardında hâsıl olan köpüklenmeleri dillendirmeyi becerebilirler; tarzları, "kitle"ye çekici gelebilir ama en azından şimdiye kadar kendi ses tonuna hayranlıkları ile müştehir bu zevât, Türk siyâsî hayatının birinci sınıf güzideleri arasında yer bulmaya muvaffak olamamışlardır. Bu hakikati hissedecek derecede akıllı olduklarını kabul etmeliyiz çünkü onların bir başka müştereği ise, yüreklerinde hiç küllenmeden için için yanan, "benim liderden neyim eksik?" kompleksidir.
"Spiker"e ödül verilir mi?
Nejat Muallimoğlu, "Politikada Nükte" isimli muhalled eserinde, Türk siyâsî hayatında "hatip" denilen insan türünün kıtlığından acı acı yakınıyor; haklıdır. Öyle haklıdır ki kavramı izah için "işte hatip filancaya derler" diye nümûne gösterilecek insan bulmakta bile sıkıntıya düşüyoruz. Hatip, ses tonu değil konuştuğu güzel kişidir; zekîdir, nüktedandır, zamanının bilgisiyle mücehhezdir ve anadiline bütün inceliklerine vâkıf derecede hâkimdir ve bunlara ilâveten iknâ kabiliyeti yüksek bir insandır: Eserini sesiyle inşâ eden bir san'atkârdır o. Böylesini parlamentoda bulmanın meşakkati bir yana Türkçeyi, eline tutuşturulan yazılı metni takib suretiyle kaşınıgözünü yarmadan okuyabilen spikerlere bugünlerde cayır cayır ödül verir duruma geldik. Spikerin başlıca işi, anadilini telâffuzda muvaffak olmaktır; iyi musluk tamir ediyor diye bir musluk tamircisine ödül verilmez; ödül, daha sıradışı başarıların karşılığı olmalıdır. Ancak spikerlerin doğru telâffuzdan ötürü ödüllendirildiği bir memlekette gerçek bir hatibin zuhûrunu beklemekte haklı sayılır mıyız? Ses tonunun güzelliğine hayran bir kısım zevatın kendini nimetten saydığı, sırf bu özelliğinden ötürü siyâsetin zirvelerine göz diktiği bir iklimde, günün birinde gerçekten iyi bir hatip çıksa, varlığını kim, nasıl, hangi kriterle farkedebilecektir?
İsteyen ağlasın, isteyen gülsün; genç nesillere "güzel ve doğru telâffuz" örneği dinletmek icab etse, eski Yeşilçam filmlerindeki dublaj san'atkârlarının seslendirdiği repliklerden başka hemen hiçbir şey yok: Türkçe evvelâ kâğıt üzerindeki âhengini kaybetti, sonra sesle icrâsındaki mûsikinin yetîmi oldu; doğrusu benim bu noktada, kendi sesine meftûn birkaç siyâsîyi takaza etmemin mânâsı da tartışılabilir.
"Gerçek hatiplerini kaybedenler, ancak spikerleri ile öğünmeye mahkûmdur" desem, bu lâfız ileride darbı mesel olur mu bilmem; acı duymak için evvelâ acı hissini nakleden bir sinir sistemine sahip olmak gerek.
(*) Narkissos veya Narsis, kadim Yunan mitolojisinde güzelliği ile ünlenen bir efsane kahramanıdır. Bir gün nehrin sularında gördüğü kendi hayaline âşık olmuş ve onu ele geçiremeyeceğini anlayınca üzüntüsünden mum gibi erimiş ve ölmüştü. Öldükten sonra çiçek sûretine konuldu. "Nergis" çiçeğinin ismi ondan mülhemdir. Narsis veya nergis, antik çağda vakitsiz ölümün sembolü olmuştu. "Narsisizm", insanın sadece kendine hayran olmasını tarif eden davranış sapmasına verilen addır.
(**) Oscar Wilde, De Profundis, Can Y. Çev: Roza Hakmen, İstanbul, 1989, (Andre Gide'in bu esere yazdığı önsözden), s. 8;
(***) Aslî imlâsıyla "teşehhüd", şehâdet getirmek. Namaz kılarken "ka'de"de şehâdet miktarı veya "Et tahiyyyât" okuyuncaya kadar geçen süre. Gündelik dilde, "yeterli miktarı" kasdetmek için kullanılır.