Karyola!
Binali Yıldırım’ın başbakan olma ihtimâli hayli yüksek diyorlar. Hayırlısı olsun. Memlekete yeni başbakan tayininin bu kadar önemsizleştiği bir süreç hatırlamıyorum. Eğer süreç birinin istediği gibi tamamlanırsa muhtemelen Binali Bey, Türkiye’nin son başbakanı olacak.
Binali Bey’in oğlu ve yeğeni hakkında son zamanlarda basına sızdırılmış haberler düştü. Bu tür kalleşlikler, o ülkede siyasi etik kurallarının hâlâ üst değer sayıldığını göstermesi bakımından ümit vericidir ama, bizde siyasetin üst değeri (Yiv-set!) filan kaldı mı bilmiyorum.
Oğlu kumarda, yeğeni içki masasında görüntülenen birinin yolunu kesmek, artık çok demode, eski Türkiye’de kalan bir kumpas biçimi. Birkaç yıldan beri daha ağır ve ciddi ithamları hazmederek sineye çektik. Değil oğul veya yeğen, siyasetçinin bizzat kendisi içki veya kumar masasında görüntülense bile bir siyasi etik ihlâlinden söz edilemez bana göre. Siyasetçinin uymak zorunda olduğu temel kural, ülkesinin anayasası ve kanunlarıdır; gerisi özel hayattır ve kimseyi ilgilendirmez ve bu noktada samimiyim.
Yeğen beyefendi kendisini güzel savunmuş; ‘Bulunduğum mevkie bileğimin hakkıyla geldim. Yıllar önce ahbab düğününde çekilmiş fotoğraflar bunlar.’ diyor ve bence son derece doğru bir nokta-i nazar sergileyerek devam ediyor: ‘Ben çok ciddi görevlerde bulundum ama hakkımda kimse namussuzluk, hırsızlık gibi suçlamalarda bulunamadı.’
Tam olarak budur işte! Fena olan hırsızlık ve emsâli işlerdir. Yeğen bey kıstası güzel koymuş: ‘Kamudaki hayatımda başarılı ve kanunlara saygılıyım; özel hayatım ise [Velev ki içki içmiş bile olsa] kimseyi ilgilendirmez’. Destekliyor ve yeri gelmişken Egemen Bağış aleyhinde hâlâ sürdürülen ‘hakara-makara’ suçlamasındaki haksızlığı bir kere daha vurguluyorum. O konuşma, iki arkadaş arasında geçen, tamamen özel nitelikli ve kamu işleri zerre kadar ilgilendirmeyen bir sohbetin alçakça deşifre edilmiş hâliydi. Vaktiyle yayınlanan onca dinleme kaydı arasında en mâsumu oydu. Bağış’ın dini fikirleri beni ilgilendirmez. Kamuya hitaben aynı şeyleri söylese ayıplardım ama meselâ istifa etmesini istemek aklımdan geçmezdi.
Fasl-ı diğer! Yeğen bey, hakikaten haklı ve güçlü olduğu noktada sebat etmek yerine kontratağa geçiyor ve bir çuval inciri şöyle berbat ediyor: ‘Benim başıma gelen, sizin de hürriyetinizi kısıtlayan aynı grubun servis ettiği şeylerdir’. ‘Nasıl yani’ diyor gazetesi, cemaati mi kastediyorsunuz?’ Cevap, ‘Bir devlet memuru olarak dikkatli konuşmak zorundayım!’
Nasıl cevap ama? Okuyunca güldüm yıldızı yükselen bir dış politika yazarının hizmet hareketine dirsek atan yazısındaki o enteresan pasajı hatırladım. Gazeteci bir avukatla konuşuyor ve şöyle soruyor: ‘Cemaatçi misiniz?’ Adam, hayır diyor. Bunun üzerine yazar, kariyerinin en anlamlı cümlesini şöyle kuruyor: “Cemaat üyelerinin Cemaat mensubu olduklarını inkâr etme gibi bir davranışları olduğunu söyleyip bu cevaba şüpheyle yaklaşacağımı belirttim. Anlayışla karşıladı.”
Ben de böyle gazetecilik yapılamayacağını düşünüyorum; anlayışla karşılıyor musunuz?
Zarrab’ı ABD’de yargılatmak için hâkim ayarlayabilecek kadar güçlü olduğu varsayılan bir topluluğun, hâlâ yaşayan en büyük tehlike olduğu algısını beslemek günün en moda davranış kalıbı oldu. 17-25’de hükümete darbe yaptıktan sonra (!) ertesi gün kümesten civciv toplanır gibi kolaylıkla saf dışı bırakılabilen ama hâlâ dürüst bürokratların, hayırsever işadamlarının ve nâmus-ı mücessem politikacıların gazozuna ilâç katabilen bir topluluktan bahsediliyor. Vur abalıya! Nuri Alço’nun heykelini yaptırıp Taksim’e diksek yeridir.
Türkiye düz mantıkla işte böyle sınanıyor; ‘Dört bacağı vardır; miyav miyav der; bu nedir?’ sorusuna biraz düşünür gibi yapıp, ‘Buldum, karyola’ diyenleri, o genç gazetecinin yaptığı gibi şüpheyle karşılamakta mâzurum.