Karikatür müdür, kâbus mu?
Cumartesi gecesi bir televizyon tartışmasında bir "ilim adamı" seyrettim ve ilme duyduğum saygıyı kaybettim. "İlim adamları saçmalayamazlar mı, hata yapamazlar mı?" diyebilirsiniz, mesele o değil, ilim adamlarının yanılma hakkı vardır ve akademik hürriyetler kapsamında bir haktır bu.
Mezkur şahıs yanılma veya saçmalama hakkını kullanmaktan çok bir "gayzer" gibi gayz istifra ediyordu; hem de yüksek memleket menfaatleri, din-i mübin, vatan ve millet adına. Duyduğu nefretin yoğunluğundan gözbebekleri topluiğne başı kadar ufalıvermiş, "misyon"unu ifa ederken duyduğu "vecd"den rengi kağıt gibi sararmıştı. Bu haliyle bir ilim adamına benzemiyordu, bir demagog da değildi, provokatör de sayılmazdı; "neye benziyor bu?" diye hayli zaman düşündüm ve neticede buldum: Karikatürdü, tek kelimeyle karikatür!
Akademik hayattaki görgüm, kendi bilim dalında bir yere gelmiş insanların şahsiyet itibariyle de daima belirli bir kalite ve olgunluk çizgisinin üstünde kaldığını fark ettirdi bana; kısaca ne kadar ilim o kadar şahsiyet, ne kadar epistemik hassasiyet o kadar kemâlat. İstisnâsı yok mu; elbette var ama bahsettiğim kişi istisnâ teşkil etmeyecek kadar sıradan. Hangi kabiliyetine mağruren istihdam edildiği ise olsa olsa devlet sırrıdır.
Aynı gece, aynı ekranda bir başka müthiş bir ibret manzarası: Ekran ikiye bölünmüş, sol yarısında bir Hıristiyan din adamı, sağda ise bir "Müslüman". Soldaki şahıs makul konuşuyor, terbiyeli, eli yüzü düzgün bir ifadesi var; eski tabirle "halîm" bir çehre. Sağdaki ise yukarda tasvire çalıştığım kişi. İçi ufûnetle dolu, saldırgan, kontrolsüz ve güya temsil iddiasında bulunduğu şeylerle zerrece ülfeti kalmamış bir takallüs garîbesi. Neyse ki o anda birisi omzuma dokunup "Soldaki Hıristiyan sağdaki Müslüman; kendini hangisine daha yakın hissediyorsun?" diye sormadı!
İşte tam bu esnada İlber Ortaylı'nın birkaç cümlesini hatırlıyorum: "Esasında biz bazı şeylerde çöktük. Mesela yanlış anlaşılmasın, sosyolojik anlamda söylüyorum, din işlerini köylülüğe havale ettik. Binanın kapıcılık işlerini köylülere bıraktığımız gibi din işlerini de köylülere bıraktık. Bu bir çılgınlıktır. Çünkü hiçbir cemiyet -laik Fransa, ihtilâl yapan Fransa da dahil- dinin, doktrinin, akidenin gözetilmesini, yorumlanmasını seçkinlerinin elinden almaz. Bir toplumun en güzide, en okumuş, en akıllı insanları yapar bu işi. Köy papazı orda kardinal olmaz. Bugün Türkiye'de kimse alınmasın, ben bunu görüyorum"(*).
Açıkçası o programdan sonra Türkiye'de yüzer-gezer inançlılar arasında "kaç böyle Müslüman'dan sığın böyle Hıristiyan'a" diye meyl ü muhabbet edenler artmıştır diye endişelendim ve "en hâlisinden Hıristiyanlık propagandası ve misyonerlik faaliyeti böyle işte yapılır" diye düşünmekten kendimi alamadım. Hıristiyanlığı övmeye hâcet yok, insanları İslâm'dan soğutmak için böyle karikatürleri konuşturmak kâfi! Himmeti eksik olsun; bir gecede Müslüman imajına verdiğin zararı, kırk bin zangoç sabah akşam çan ipine asılıp dursalar yine veremezlerdi. Bari sus değil mi? Hayır; salata malzemesi olarak kullanıldığını bile bile çağrılan her yere koşuyor, bildiği ve bilmediği her konuda saçmalıyor; vatanı, dini, imanı, mukaddesatı ve devleti, zavallı ve sefil bir mantıkla savunuyor veya öyle sanıyor. Devlete ettiği hizmetin karşılığını alıyor mu bilmem ama dine ve millete verdiğini sandığı her hizmet, bence misyonlerlerin avlağını zenginleştirmekten başka işe yaramıyor.
Kâbus mudur nedir be?
(*) İlber Ortaylı ile Tarihin Sınırlarına Yolculuk, Haz: Mustafa Armağan, Ufuk Kitapları, İst., 2001, s. 73