Kara tahtaya kara tebeşirle yazmak
Köy Enstitüleri devrimci, halkçı, kalkınmacı değil aksine tutucu ve gerici bir projeydi; iyiniyetlerle tasarlanmış ama kötü uygulanmıştı. Neticede Köy Enstitülerinden bugünün eğitim hayatına aksedebilecek örneklik yoktur. Enstitü müptelâları, "ah caanım köy enstitüleri" edebiyatını sağda solda hâlâ seslendirerek ne kadar mürtecî bir zihni pozisyonda duraklayıp kaldıklarını tekrar ediyorlar.
Afişteki konu başlığı elifi elifine şöyleydi: "Eğitim Sistemine Bir Çözüm: Köy Enstitüleri". Konferanslarla pek aram yoktur ama merak ettim, konuşmacı acaba ne söyleyecek, hangi tespitlerde bulunacak, günahıyla sevabıyla çoktan tarihe geçmiş Köy Enstitülerinde uygulanan eğitimin günümüze nasıl ışık tutabileceğinden bahsedecek?
Merakçı tarafım, "ille de git dinle; belki bir şey öğrenirsin" diye diretirken konforcu yanım, "gidip de ne öğreneceksin; Köy Enstitüsü edebiyatının tekrarından başka bir şey bulamazsın, otur yerli yerinde" diyordu. Merakçı yanım, tembel tabiatımı şu gerekçeyle susturdu: "İyi ama bak, eğitim sistemine yeni bir çözüm getireceğini vadediyor afişte; belki de konuşmacı bugüne kadar kimsenin aklına gelmeyen müthiş bir teklifte bulunacaktır; köy enstitülerinin köy liselerine, hatta köy akademilerine dönüşmesi üzerinde duracaktır."
Doğrusu afişteki konunun câzibesi beni çok etkilemişti; bütün önyargılarımı arkada bırakarak not defterimi ve kalemimi cebime koyup konuşmayı dinlemeye gittim.
Konuşmacının kimliğini zikretmeyeceğim; hayır, zannettiğiniz gibi bir "Enstitülü" değil; henüz yaşı tutmadığı o 'devr-i saadet'e erişemediğine pek hayıflanan bir eğitimci. Tarihî konularda kaleme aldığı birkaç eseri ile tanınıyor.
Bize önce Köy Enstitülerinin nasıl "dâhiyâne bir Türk buluşu" olduğunu anlattı; başka kimsenin aklına gelmemiş, hiçbir yerde benzeri görülmemişti; sadece İsmail Hakkı Tonguç böyle kapsamlı ve akıllı bir köy kalkınması projesini hayata geçirmeyi başarmıştı. Aslında o cümleden sonra çıkıp parkta vakit geçirmenin daha iyi olacağını kestirmiştim ama merakım yakamı bırakmadı. "Dur bakalım, lâfı nereye bağlayacak?" diye sonuna kadar dinledim.
Bu arada konferansı Atatürkçü Düşünce Derneği'nin düzenlediğini de hatırlatmam gerek. Nitekim konuşmacı, Enstitülerin niçin 1940'da kurulup, 1948'de apar topar kapatıldığını izah ederken, böyle dâhiyâne bir eğitim projesinin niçin Atatürk'ün sağlığında uygulanmadığını da kendince anlattı; buna göre Enstitülerin kurulması için 1937'de harekete geçilmiş, üç yıl boyunca kuruluş ve altyapı hazırlıkları ile uğraşılmıştı. Elbette ki bu izah, "niçin daha önce harekete geçilmedi?" sorusuna cevap teşkil etmekten ziyade Atatürk'le Enstitü arasındaki mesafeyi soru işareti halinde bırakıyordu.
Konuşmacıya göre 20'li yıllarda Türkiye'ye gerçekten bir halkçılık idealizmi hâkimdi, o günlerde kalpaklarına kızılyıldız takanlar, aslında gerçek halkçılığın temsilcisi idiler; Cumhuriyet Halk Fırkası'nın altı oku, konuşmacıya göre bu anlayışı aksettirmekteydi: Okların üçü Rus Devrimi'nden alınmıştı (Halkçılık, Devletçilik, İnkılapçılık), üçü de Fransız Devrimi'nden iktibas edilmişti (Milliyetçilik, Laiklik, Cumhuriyetçilik) ama altı ok taklit anlamına gelmiyordu, o bir sentezdi.
Konuşmacı, "20'li yılların halkçılığı aslında Bolşevikliktir ama sonradan sulandırıldı" mânâsına gelen hiçbir şey söylemedi ama bütün imâları, halkçılığı Bolşeviklik olarak anlamak gerektiği yolundaydı. Nitekim Enstitülerin niçin çok önemli ve "mübârek" olduğunu izah ederken şu cümleyi kullanıyordu: "Enstitüler köy çocuklarına sınıf bilinci veriyordu, yoksa onu bir nevi tavuk çiftliği, tarım işletmesi gibi algılamak yanlıştır."
Her şey çok iyi gidiyordu o yıllarda; ancak 1946'da Türkiye karşı devrimci bir dalgaya tutuluverdi ve CHP, devrimci niteliğini kaybederek Amerikan eksenine doğru yaslanmaya başladı. Bütün dünyada Sovyet Bolşevizmi'nin tehlike gibi algılandığı zamanlardı. O zaman bu okullarda verilen sınıf bilincine dayalı aydınlanmacı eğitimin Amerikan modeline uymadığı farkedildi ve Enstitüler 1948'de alelacele kapatıldı (tam da bu noktada bir kısım eski tüfeklerin Atatürk'ün sağlığındaki politikaları ibrâ ederek Tek parti devrinin bütün kabahatlerini İsmet Paşa'ya havale etmelerine mim koymak lâzım. İsmet İnönü, siyasi muhaliflerinden ziyade eski tüfek solculardan yıpratıcı eleştiriler almıştır hep.)
Bunları zaten biliyorduk ama Enstitülerin nasıl olup da eğitim sistemimize yeni bir çözüm modeli teşkil edebileceği konusunda hâlâ aydınlanmamıştık. Konuşmacı sonunda merakımı bir kaç cümle ile giderdi: Evvela Enstitüleri yeniden açmayı düşünenleri hayâlcilik ve saflıkla suçlayarak bir güzel haşladıktan sonra konuya geldi; "Bu enstitülerdeki disiplin, yurtseverlik, halkçılık gibi eğitim usullerini, bütün eğitim kurumlarımızda yeniden uyandırmalıyız; bütün Türkiye'yi Köy Enstitüsü haline getirmek zorundayız" diyerek taşı gediğine koydu.
Ve tam o esnada o mâhut sünnetçi vitrini fıkrasını hatırladım; vitrindeki çalar saatin ne anlama geldiğini soran müşteriye sünnetçi, "insaf" diye çıkışmıştı, "çalar saat yerine ne koymamı bekliyordunuz?" Konuşmacının eğitim sistemine sunduğu yeni çözüm teklifini de aynı frekansta değerlendirmek lâzımdı bence: Başka ne söyleyebilirdi ki?
Hakkını teslim etmeliyim; sözünü vadettiği dakikada bitirdi ve soru cevap faslına geçildi ama ben merakımı sonunda gidermiş olduğum için salondan ayrıldım.
Konuşmacının mantık ve yorum tarzına saygı duyduğumu ifade etmeliyim; söylemek istediğini açıktan dobra dobra söyleyememiş olsa bile anlaşılabilir imâ ve kavramlarla izah etti. O, Türkiye'de eğitimin sınıf bilinci esasına göre yeniden düzenlenmesini istiyordu. Türkiye'nin 20'li yıllarda "kem-küm" etmek yerine doğrudan Sovyet tipi Bolşevizme geçmediğine üzülüyordu. Ona göre bütün okulları Enstitü zihniyetiyle yeniden organize edersek eğitim sistemini düzeltecek, ülkeyi de selamete çıkaracaktık.
İtiraf edeyim, gençlik yıllarımda benim de böyle sade, açık ve tek cümleyle izah edilebilecek 'memleket kurtarma formül'lerim vardı; artık yok! O yüzden zihninde yaşattığı modele göre her gittiği yerde kendi kurtuluş formülünü anlatan ve neticede "budur" diyerek meseleyi çözen insanlara gıptayla bakıyor, "keşke benim de zihnim bu kadar pürüzsüz ve net formüllerle dolu olsaydı" diye imreniyorum.
Garibime giden nokta, Atatürkçülüğün ekonomik planda kollektivizmden hür teşebbüsçülüğe, ideolojik çerçevede tek parti diktasından batılı demokrasilere, kültürel mânâda radikal tasfiyecilikten gelenekçiliğe yayılan çok geniş ve tutarsız bir yelpazede dilendiği gibi yorumlanabilmesidir. Çok fonksiyonlu olduğu ileri sürülen âletlerin neticede eve getirildiğinde hiç bir işe yaramaması gibi, Bolşevizmden darbeciliğe kadar pek çok bulanık fikriyata maske edilen Atatürkçü fikriyatın da içi boşaltılıyor; doğrusu bu Atatürk'ü sevmek mânâsında yorumlanacak bir tavır değildir. Samimi olanlarını tenzih ederim fakat bugün Atatürk adına birşeyler söyleyenler siyah bir tahtaya, siyah tebeşirle birşeyler yazmaya çalışanlara benziyorlar.
Başa dönelim: Köy Enstitüleri devrimci, halkçı, kalkınmacı değil aksine tutucu ve gerici bir projeydi; iyiniyetlerle tasarlanmış ama kötü uygulanmıştı. Neticede Köy Enstitülerinden bugünün eğitim hayatına aksedebilecek örneklik yoktur. Enstitü müptelâları, "ah caanım köy enstitüleri" edebiyatını sağda solda hâlâ seslendirerek ne kadar mürtecî bir zihni pozisyonda duraklayıp kaldıklarını tekrar ediyorlar.