Kaptanınız beş dakika irtica molası vermiştir!
Başbakan, "irticâı önce bir tarif edelim; gerisini diyalogla hallederiz" demiş. İlk bakışta mâkul görünüyor; kitabına uygun, hatta resmen ve alenen bilimsel yaklaşım.
Beni pirelendiren de bu oldu zaten; "belî, söz bilmeziz amma biraz irfânımız vardır" meselince hepimiz gayet iyi öğrenmişizdir ki devlet adamları, siyasi işlerde ilmi verilere ve bulgulara itaat etmekten nefret ederler; eğer, "sözü bilim adamlarına bırakalım" diyorlarsa anlamalıdır ki o mesele salamuraya yatırılmakta, pişip erginleşmesi bir başka bahara ertelenmekte, hatta çözümünden ümit kesildiği ima edilmektedir.
Aslında başka bahara gerek yok; önümüzdeki bahara ertelense kâfidir; öyle görünüyor. Başbakan zaten giderayak, "Cumhurbaşkanlığı seçimlerini nisana kadar konuşmayalım." dememiş miydi?
İrticâ var mıdır, yok mudur bilmem; hele bu meseleyi yüksek komutanlar kadar bilebilmem imkânsız ama bir şeyi komutanlardan da reisicumhurdan da iyi bildiğimi zannediyorum:
Efendim, sizler irticâ dedikçe, "nerede kaldı yahu şu seçimler; bir elime geçirirsem ne yapacağımı biliyorum ben" diye sandığa davranmaya yeltenenlerin adedi gittikçe artıyor. O esnada eline bir seçim sandığı geçirirse oy pusulasına mağdurun adını yazıp atacak zarfı içeriye.
Mağdur kim; AK Parti. Problem şurada, peki AK Parti hakikaten mağdur mu? Hayır, aksine gayet memnun görünüyor. Ekonomide, sosyal yatırımlarda başarılı olup olmamalarının önemi yok, seçimlere yakın bir irticâ kampanyası daha açılırsa, lâakal 6-8 puanlık oy artışı garanti oluyor çünkü.
Kamuoyu nezdinde Başbakan'ın bütün hırçınlıkları, dil sürçmeleri, acemilikleri, hatâları, her yeni irticâ suçlamasında yerini sempatiye terk ediyor. "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir." derken kaybettiğini, boynu bükük irticâ mağduru görüntüsüyle bir çırpıda telafi ediveriyor.
Mesela bakınız kıytırık bir haber; Merkel'i kabulünde Cumhurbaşkanı, otuz saniye içinde Devlet Bakanı Babacan'ı fırçalamış ya; bu târizin haksız veya haklı olması önemli değil, Babacan mağdur, Devlet Başkanı ise tam tersi bir imaja bürünüyor ahalinin gözünde: Hırçın, gergin, aksilenmek için bahaneye bakan...
Devletin en merkezi ve yüksek bürokratları galiba bu hususu bilmiyorlar; hatta bu noktadan hareketle memleketi ve ahalisini de pek tanımadıklarını tahmin ediyorum; bilebilseler kamuoyuna karşı bu acıklı laiklik ve irticâ tiradlarını tekrarlamak yerine, içerden işin gereğini yaparlardı.
Öyle yapmıyorlar nedense; mesajlarını ille de televizyon aracılığı ile çiftvuruş tarzında kullanmayı tercih ediyorlar.
Onlar da tribüne hitab etmeye bayılıyorlar yani.
İyi de, tribünler hep karşı devrimci arkadaşlarla dolu; görmüyor musunuz? Tribündekiler oy verirken kimin ne olduğuna, ne dediğine, programında neler yazıp yazmadığına aldırış etmiyorlar; size bakıyorlar. Sizin sempatiyle baktığınızın üstünü çizip hışım yağdırdığınıza basıyorlar imzayı.
Hükümetin eksiğini gediğini siz telafi ediyorsunuz; TMO'ya prensip kararının aksine fındık aldırıp kimseyi memnun edemeyen, 301. maddenin ardında durmaktan pirelenen, belediyelerde ağır eleştirilere muhatap kalan, memur maaşlarında memuru sızlatan, öğretmen atamalarında onca ah alan hükümet, taraf-ı devletlerinizden ne vakit "irticâ" eleştirisi yükselse, oh deyip rahatlıyor, kendine geliyor.
"Biz devletin çekirdeğiyiz, kurucu iradenin yaşayan temsilcileriyiz; onca çalışıp uyanık duruyoruz, çabalıyoruz, ahali bizi takmıyor bile" diye düşünmeyiniz lütfen; ahali sizi çok önemsiyor, misalini yukarda gösterdim. Sizler bu toplum için pusula gibisiniz. Mâlum, pusulanın ibresi hep kuzey-güney hattında sabitleşir ama ister istemez öteki yönleri de gösterir.