Kaplanın sırtına binmek tedbir sayılır mı?

Ortadoğu'da yeni bir dönem başlıyor; belirtileri görüyor ve okuyoruz ama muhtemel kriz senaryolarına karşı alabildiğimiz tedbir, bana sadece "kaplanın sırtına binmek"ten ibaret gibi görünüyor. Yolboyundaki benzin istasyonunda seferi kıyafetli ve silahlı Amerikan askerleriyle karşılaştıktan sonra yine onlar tarafından istasyondan uzaklaşmanız yolunda sertçe azarlanmış olsanız neler hissederdiniz; evvela şaşkınlık, sonra öfke! Şaşkınlığınız, vaktiyle öğrendiğiniz klasik "egemenlik" kavramının nasıl olup da bu kadar dönüşüme uğrayacağı konusunda yoğunlaşırdı herhalde.

Öfke ise, daima Türk askeri ve Türk bayrağı görmeye alıştığımız ülkemizde yabancı askerlerin varlığından kaynaklanırdı.

Faraziye kurmaya hâcet kalmadı: Mersin'den başlayarak bütün güneydoğu sınırlarımız boyunca Amerikan askeri varlığı, gizlenmeye gerek duymadan hummalı bir faaliyet sürdürüyor. Tarlalar, depolar, oteller, sanayi siteleri kiralanıyor, etrafı dikenli telle çevrilip askeri bölge haline getiriliyor. Bölgedeki bazı havaalanları, aylar önce sivil uçuşlara kapatılarak askeri operasyonlar için hazır bekletilmekteydi zaten. Limanlara gemiler dolusu askeri malzeme ve silah yığılmakta; yollar, askeri konvoylarla dolu. Bütün bu hareketliliğin, hiç de mâkul ve inandırıcı bir gerekçeye dayanmayan yeni Amerikan stratejisinin eseri olduğuna inanmak güç. ABD Başkanı Bush ve yakın çevresindeki birkaç strateji danışmanının zihnindeki "yeni dünya" fotoğrafının gerçekleşmesi için onca ülkenin krize sürüklenmesi ve daha şimdiden yüzbinlerce insanın bu hazırlıklardan etkilenmesi inanılır gibi değil. Mart ortalarına yaklaşıyoruz ve başta Avrupa olmak üzere —az sayıda ABD kurmayı dışında— hiç kimse Irak'ın niçin cezalandırılması gerektiği konusunda berrak bir fikre sahip bulunmuyor.

Belli ki Amerika, bölgede geçici bir görevin gereklerini yerine getirmek için muvakkat tedbirler almanın da ötesinde bir hazırlık içindedir ve bu noktadan hareketle yapılması muhtemel tahminlerin ne kadar karanlık boyutlara ulaşabileceğini kendimize bile itiraf etmeye çekiniyoruz. Bunca Amerikan askeri varlığının Güneydoğu sınırlarımız boyunca yerleşip mevzilenmesi elbette günün birinde siyasi sonuçlar doğuracaktır ve içimizde hiç kimse bu sonuçların neler olabileceği hususunda sarih bir bilgiye sahip değildir. Ne olacak? Mevcut veriler, Saddam rejiminin, bu derece itinalı ve ağır bir hazırlık döneminden sonra Amerikan savaş makinasına karşı bir haftadan daha ziyade karşılık verebileceğini işaretlemiyor. O bir hafta veya on günden sonra neler olacak? Askeri harekâtın sona ermesinden iki hafta sonra Amerikalıların, "işlem tamamlandı; evimize dönüyoruz" deyip bölgeden ayrılması zayıf ihtimâl. Muhtemelen, "Irak'taki yeni rejimin yerleşmesi ve iç çatışmaların engellenmesi için belirsiz bir süre daha bölgede bulunmamız gerekiyor" lâzımesi ile yerlerinden kıpırdamayacaklar ve yine muhtemelen Mersin'den başlayarak bütün Güneydoğu sınırlarımız civarında yaşayan vatandaşlarımız, gündelik hayatlarını yeni bir çehreyle, Amerikalılarla paylaşacaklar.

Bölge insanının ilk tepkileri hiç de olumsuz değil; o güne kadar para etmeyen gayrımenkullerin yüksek kira bedelleriyle para etmeye başlaması yanında nakliye, gıda ve hizmet sektöründeki canlanma şimdilik yüz güldürüyor. Mülkünü dolar karşılığı kiralayanlar pek ortalıkta görünmemeyi ve konuşmamayı tercih ediyorlar; bu yüzden bölge halkının yeni fiili durum karşısında nasıl tepki verdiği henüz meçhulümüz. Şu kadarını peşinen söylemek mümkün; Amerikan askeri varlığı bölgede pek de nefret veya sert reaksiyonla karşılaşmış değildir, tam aksine henüz doğrulanmamış bir peşin sempati gördükleri söylenebilir.

Artık Pirinçlik ve İncirlik dışında bölgede irili—ufaklı yeni Amerikan üs ve tesisleri ve bu tesislerde görev yapan Amerikalı askerler gündelik hayatın parçası haline gelecekler ve tahminen 60 binden az olmayan sayıda askerin gündelik hayata kısmen de olsa katılması yeni ihtilaflar, ilişkiler, poblemler ve alışkanlıklar ortaya çıkaracak. Böylesine yakın ve sürekli bir beraberliğe hazır olduğumuzu zannetmiyorum; başta klasik egemenlik anlayışımızdan kaynaklanan alışkanlıklarımız olmak üzere, bu birliklerin destek olduğuna kanaat getirdiğimiz bazı siyasi gelişmeler toplumda ve devlet katında gitgide yükselen bir nefret dalgası doğuracaktır.

Tedirginliğimiz sebepsiz ve tamamen tahminler üzerine bina edilmiş bir şüpheden ibaret bulunmuyor; bölgede Amerikan askeri varlığının "kalıcı" bir üslûpta mevzilenmeye başlamasını, Kuzey Irak'taki mahalli güçlere silah ve askeri malzeme dağıtılması kararı ile yanyana koyduğunuzda ister istemez, "kendi elimizle kendi kuyumuzu mu kazıyoruz" vehmine kapılmadan edemiyoruz. Birkaç yıl öncesine kadar Kuzey Irak'ta asayişin sağlanması ve insani yardım gibi görevler ifa eden Türk Birlikleri'nin son günlerde gitgide yoğunlaşan nefret gösterilerine muhatap olması mânidar görünüyor. İkinci tezkerenin Meclis'ten geçmesi ihtimâli karşısında daha geniş yetkilere kavuşacak olan Amerikan askeri varlığının, kendi hudutlarımız içinde ve Kuzey Irak bölgesinde nasıl hareket edeceğini bilemiyoruz. Bütün gelişmeler, Türkiye'nin yakın bir gelecekte bir "oldu—bitti" ile karşılaşabileceği ihtimâlini güçlendiriyor.

Ortadoğu'da yeni bir dönem başlıyor; belirtileri görüyor ve okuyoruz ama muhtemel kriz senaryolarına karşı alabildiğimiz tedbir, bana sadece "kaplanın sırtına binmek"ten ibaret gibi görünüyor; "Gelişmelerin içinde ve yakınında olalım, gerekirse müdahil oluruz" düşüncesi pek olgun bir fikir gibi görünmüyor. Öyleyse Meclis'ten geçmesi büyük ihtimâl gibi görünen ikinci tezkereden önce, —tam da bugünlerde— devletin, milli hükümranlık haklarımızı son derece kıskanç, hatta vehimli bir yaklaşımla esirgemesini, bölgede görev yapacak yabancı askeri güçlerin kısa bir vade içinde bölgeyi tamamen terketmesini sağlayacak tedbirlerin iş işten geçmeden alınmasını bekliyoruz. Zira görünen alêmetleri hayra yormak mümkün olmuyor. Aman dikkat, aman tedbir, aman basiret!


Kaynak (Arşiv)