Kamyoncunun dünyası
Dergi sektörüyle, daha doğrusu hâlen yayınlanmakta olan dergilerle ünsiyetiniz nasıldır bilmem; ben bu konuda meraklıyımdır ama mâlum, çıkan dergilerin mühimce bir kısmı, taşra ahalisini iyi müşteri saymadığı için büyük şehirlerin haricinde pek arz-ı endâm etmez.
Bu yüzden benim gibi dergi meraklıları ya basından takip yoluyla veya her neviden dergi bulunduran büyük kitap satış yerlerini ziyaretle piyasada ne var yok, öğrenmeye çalışırız.
Son on yılda dergi yayıncıları, herkese hitap etmeyi bir tarafa bırakıp özel ilgi alanlarına yönelik dergiciliğe doğru meylettiler. Tenis, caz, hırdavat, bilgisayar oyunu gibi şeylerden tutun da sosyete haberlerinden parapsikolojiye, yatçılıktan mücevher alemine kadar pek çok ayrıntı dergisi vitrinlerde sergilenmeye başladı. Bu kadar çeşitlilik, bizim gibi eski kafalı adamlar kuşağını yadırgatıyor tabii; biz dergi deyince "Türkiye nasıl kurtulur?" anafikri etrafında döneleyip duran şeyler hatırlardık. Memleketi şöyle iyicene kurtarmak dururken Formula 1 yarışçılarının sağlık vaziyetlerini kendine dert edinen mecmuacılık anlayışından ve onların okuyucularından kendimizi uzak hissediyoruz. Hani o mâlum, "biz ayrı dünyaların insanlarıyız sevgilim" hikâyesi!
Kapıya dayanıp da zorla abone etmeye kalkışmadıkları sürece benim için mahzuru yok; isteyen dilediği konuda dergi çıkarabilir. Aslında iyi oluyor, oturduğumuz yerde yeni ilgi ve tüketim alanlarını gözlemek, yeni örgütlenme modelleri hakkında fikir sahibi olmak ve en nihayet yurt insanlarının nelere kafa taktığını öğrenmek kolay değil. Bu gibi dergilerin kapağını seyretmek bile bazen sosyolojik gözlem yerine geçiyor. Dikkat ediyorum da bu dergiler genellikle "keçeyi sudan çıkarmış" taifesinden yüksek gelirli ve kendilerine mahsus özel zevkler geliştirebilmiş (konyak, puro, rafting falan) gruplara hitap ediyor; dar gelirliler ise -tabii okumaya zaman ve istek bulabilirlerse- renkli gazetelerin cinayet haberlerini köpürten sayfalarıyla iktifa ederek medyatik ihtiyaçlarını tedarik ediyorlar.
Nereden aklıma geldiğini söyleyeyim; bir süreden beri yollardayım. Koca yaz tatilinde Buda heykeli gibi sâkin ve acelesiz ve hâletle bir yere kırmaşmaksızın oturduktan sonra yollara düşmek, entelektüel açıdan pek de verimli bir meşgale sayılmaz; zira yollarda trafik polisleri ile kamyoncu arkadaşlardan başka kimesne ile muhatap olmak pek kolay olmuyor ve her iki meslek grubu ile ilişkilerimiz, arkalarından homurdanmaktan öteye geçemiyor ne yazık ki. Tabii bu tabloya yol boyu lokanta ve "tesis"lerinde karşılaştığımız görevlileri de ilave etmemek haksızlık olur.
Öteden beri işitip durduğumuz ama kulak ardı ettiğimiz bir şehir efsânesi vardır; "Yolda adam gibi yemek yiyeceksen illâ ki kamyoncu lokantasına uğrayacaksın. Kahvaltılıkların kralı oradadır, sahanda kıymalı yumurtanın, sac kavurmasının, fırın pidesinin, kuru fasulyenin âlâsı oralarda bulunur." der dururlar. Neye yalan söylemeli, kamyon şoförlerini rûhen kendime pek yakın bulmakla beraber onların dünyasını paylaşma fırsatını pek bulamamıştım. Ayrıca kamyoncu duraklarında mola vermenin ailesiyle seyahat edenler için pek de parlak bir fikir olmadığını düşünürdüm. Geçenlerde yine yollardayken gecenin sabaha döndüğü geç vakitlerden birinde, -üstelik mâaile- uzaktan pırıltılı ışıklarıyla "buyurun" diyen bir "tesis"e girmiş bulunduk. Ortada bir gariplik vardı ve genellikle özel otomobillerin park ettiği yerlere bu defa her biri en azından 20 ton yük taşıyan bir sürü ağır kamyon sıralanmıştı. Aralarında bir yer bulup park etmek istedikse de görevli tarafından nâzikçe bir başka yere çekmemiz söylenince anladık ki bir kamyoncu durağındayız.
Uzatmayalım; kamyoncu durağı ama pırıl pırıl bir yer. Üstelik aile salonu bile var. Geç vakte rağmen çayı mükemmel, tuvaletler tertemiz, çorba taze, refakatinde sunulan ekmekler fırından az önce çıkmış, garson derseniz terbiyeli, efendi bir çocuk. O anda galiba hepimizin aklından aynı şey geçti, "Aa, bu kamyoncular da sizin bizim gibi insanlar; üstelik hayat standartları da hayli yükselmiş olmalı."
Hakikaten öyleydi. Tesisin marketinde sadece kamyon şoförlerinin istifadesine sunulmuş Ankara havalarından ("Sincan sound" da diyorlar) müteşekkil özel albümlerden oluşan yol kasetleri reyonunu gezerken haricen bize benzemekle beraber bu insanların aslında dışa kapalı ve pek bilinmeyen bir dünyada yaşadıklarını fark edebiliyorsunuz. Lokantanın en iyi görünür yerine asılmış kocaman "Kamyoncuma hizmet etmekten şeref duyarım" levhası ise konuya bambaşka bir boyut getirmekte.
Sahi, kara ulaştırmasına dayanan ekonomiyi ayakta tutan o baş aktörün bu derece görünmeyen ve fark edilmeyen bir hayat yaşamasında sizce de bir haksızlık yok mu? Bir düşünün lütfen, bugüne kadar hiç gazete satılan yerlerde, "Kamyoncunun dünyası", "Yol şövalyeleri" veya o dünyayı sembolize eden "Takoz", "Çekme halatı" veya "İstepne" adını taşıyan bir dergi gördünüz mü? Belki vardır ama ben görmedim. Dergi sektörünün patronları acaba, "satmaz, kamyoncu dergiden ne anlar?" filan gibi mi düşünüyorlar nedir?
Evet, okumaya çokça düşkün olduklarını zannetmiyorum; ama şunun şurasında kaçımız sabah akşam okumadan edemeyen takımındanız ki; üstelik dört çift lastiğin kaç para ettiğinden bile haberimiz yoktur.