Kamber’siz düğün olmaz
Mezunlarından bazısı isminden şikâyet etseler de İmam-Hatip Okulları adı doğruydu; vaktiyle Yüksek İslâm Enstitüleri de ismi ve müfredatı arasındaki sâdakat bakımından doğru adlandırılmıştı.
Sonradan İlâhiyat isminin hangi gerekçeyle tercih edildiğini (bazı tahminlerim olmakla birlikte) tam bilmiyorum. Bildiğim şudur; İlâhiyat fakülteleri, Teoloji ana bilim dalında entelektüel bilim adamı yetiştirmekten ziyade, İmam-Hatip menşe’lilerin yükseköğretime devam edebilecekleri tam donanımlı din adamları mezun etmek maksadı ile vücut buldu. Kestirmeden ifade edeyim: Yüksek İslâm Enstitülerinin adı değişti ama varlık sebebi fiiliyatta değişmedi. İlahiyatlardan yetişen “Teolog” miktarı azdır.
İlahiyatlarda felsefe grubu derslerinin kaldırılması, kâğıt üstünde pek kaba-saba ve itici bir mânâ uyandırıyor. İlahiyatları hakikaten teoloji fakültelerine dönüştürecek bir niyetimiz varsa, felsefe derslerinin kaldırılması düşünülemez, fakat Müslüman din adamı mezun etmek muradımız ise felsefe pekâlâ ihmâl edilebilir. Bu düşüncemi paylaştığım İlahiyatçı bir öğretim görevlisi arkadaşım, “gerçekten böyle mi düşünüyorsun; yoksa espri mi yapıyorsun” der gibi yüzüme hayretle baktı.
Akademik dünyamızda veya cümleye, “Eğitim şart azizim” vecizesiyle başlamak itiyadındaki çevrelerde olsun, felsefe’ye pek aziz, pek değerli, “olmazsa olmaz” tadında kıymet atfedilir. Herhangi bir cümlenin içindeki “felsefî” kavramı bile cümleye kendinden menkul bir ağırbaşlılık, akademik bir itibar katar; aralarında felsefe bilmeyi insan olmanın, hatta düşünebilmenin en mühim aracı olduğunu savunanlar da vardır. Fakir, pek o kanaatte olmamakla birlikte felsefenin bilumum mekteplerden tard edilmesini de savunacak değilim; üniversitelerimizde felsefe derslerinin hangi kalitede okutulduğu ve nasıl neticeler verdiği ayrıca tartışılması gereken bir bahistir fakat neticede âlet bilgisidir, arasıra lâzım olduğu vâkidir.
Din eğitiminin tabiatını gözden kaçırmayalım ama... Din, felsefenin ilgilendiği, cevap aradığı ve spekülasyon yaptığı bütün maddelerde nass niteliğinde verili bilgiye dayanan bir telakkidir. Meselâ bu çerçevede filozofların gayretlerini ve eserlerini saygıdeğer bulmakla birlikte felsefenin tiftiklediği ve geçici (yanlışlanabilir yani) cevaplar verdiği bütün suallerde İslâm nassını tercih eder ve ona ittiba ederim. Topluma yön göstermek emelindeki bir din görevlisi de aynı şekilde davranır.
Felsefe esasen, kişiye öteki filozofların söyledikleri ve tabii ilimlerin verileri dışında atfa ihtiyaç duymaksızın varlığın kendisi ve temel meseleleri hakkında muhtelif seviyelerde irdelemek imkânı verir. Bu çerçevede ilahiyatlarda felsefenin kendisinin değil fakat tarihinin okutulması faydalıdır; daha fazlasının değil. Yeri gelmişken birkaç hususu irdeleyelim:
-Bir dersi müfredata koymak, o dersin kapladığı hayat alanlarında bizi her zaman başarılı kılmaz; o dersin olmaması da mühim bir eksiklik husûle getirmez: En azından memleketin en namlı Anayasa hukukçularının alelacele bir uçağa doluşup 27 Mayıs askeri darbesine -hukuki değil dikkat- kanuni kılıf uydurmak için birbirleriyle yarıştığını gördüğüm andan beri bu fikirdeyim: Ya bir de hiç Anayasa hukuku okumamış olsalardı nasıl davranacaklardı acaba? Ders kitabı ve müfredatı öğrenciye pek uçuk tonlarda bir fikir verir; o bilgiyle iş görmek isteyenler ayrıca okumaya mecburdur; hepimiz öyle yapmadık mı ve hâlâ niçin deli gibi okuyup duruyoruz?
-Benim nâçiz fikrim, İlahiyat fakültelerinden bir kısmının hakikaten birer teoloji fakültesine dönüştürülmesi ve mezunlarına teolojinin gerektirdiği yan bilimlerin ana kaynaklarından metin okuyacak derecede kapsamlı filoloji bilgisiyle teçhiz edilmesidir. Fakülte mezunu din görevlisi olmak isteyenler için Yüksek İslâm Enstitüsü muhtevasında bir düzenlemeye gidilebilir. Bu okullarda felsefeyi ihmâl etmek eksiklik olmadığı gibi felsefe okutmak da tek başına meziyet sayılmaz. Netice itibarıyla yükseköğretimimizin derdi, müfredat değil iyi hocadır. Felsefe olsa da olur olmasa da. Nokta!