Kaldırımdan düştüm beni kaldırın
Bir topluluk nasıl millet haline gelir? Ne idüğünü bilmeden "aydınlanmacılık"ı savunanlara göre bulgur, durduğu yerde pilav olmaz; pişirmek gerekir. Toplum mühendisliği dediğimiz işkolu böyle hayat bulmuştur; toplumu eğitirsiniz, biçimlendirirsiniz, kafalarını aydınlatırsınız, onlara nasıl davranacaklarını, hangi durumlarda nasıl tepki vereceklerini öğretirsiniz:
Neye göre ve hangi prensiplerin ışığında? Aydınlanmacılar der ki: Bilgi kutsal bir ışıktır, cehalet en kötü şeydir; eğitim yoluyla insanlar bilgi kazandıkça "iyi" olmaya başlar, asırlık hurafelerden, boş inançlardan kurtulurlar vs. Bu müteârife, bilginin kendiliğinden ahlâkî meziyetler doğuran bir tabiatı olduğunu kabul eder; eğer vahye dayalı ve ilâhi kaynaklardan referans alan bir değerler sisteminin gereksizliğine inanıyorsanız "ki aydınlanmacılığın âmentüsü böyledir", tamamen dindışı (seküler) atıflara dayalı bir üst değerler sistemi ikame etmeniz gerekecektir. Bizde "Cumhuriyet fazilettir" vecizesi, işbu maksatla tekrar edilegelmiştir. Kısaca "dinî ahlâk"ın yerine "laik kültür"ün ısrarla teklif ve propaganda edilmesinin asıl hikmeti bu idi. Laik kültür adı verilen muğlak kavram, bilgiyle hemhâl olmanın neticede dindışı bir ahlâk vücuda getireceğine iman ediyordu. Fransız İhtilâli'nin toplumu yeniden tasarlamayı öngören iddiasının mesnedi buydu. Avrupa ile fikri ilişkilerimiz nedense hep "Efendisinin ilâcını çalıp içen safdil uşak" seviyesinden ileriye varmadığı için Fransız İhtilâli'nin bilgi ve ahlâk felsefesinde nasıl bunalımlara yol açtığını merak etmedik. Birtakım yarım aydınların hâlâ "aydınlanma devrimi, Anadolu aydınlanması" filân gibi lâflar geveleyip durmasının röntgen analizi budur. O yüzdendir ki felsefenin her sahasında olduğu gibi bilgi ve ahlâk felsefesinde de Cumhuriyet'in olanca birikimi, okunmayan ve az satılan az sayıdaki felsefe dergilerinin, muradını yazarından başka kimselerin anlamadığı makalelerinde meknûzdur. Üniversitelerimizde, talebeyi "bilgi"nin tabiatı hakkında bilgilendirecek dersler, bir yarıyıldan fazla değildir; değil midir ki hukuk fakültelerimizde bile hukukun felsefesine atfedilen ehemmiyet bir yarıyıldan ibârettir? Bu durumda "Cumhuriyet fazilettir" veya "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir" sözü, bir âhir zaman Türkü'nü bilgi karşısında tamamen savunmasız, tercihsiz ve korunmasız bırakan, romantik bile denilemeyecek sığ bir muhabbetten öteye geçememektedir.
Garip ve çok dikkat çekici; son günlerde bilenin bilmeyenin ağzında bir "etik" lâfıdır yuvarlanıp gidiyor; dikkat ediyorum, çoğu defa "ahlâk, ahlâkî" dememek için bu lâfız kullanılıyor. Ahlâk kelimesini kullanmak, galiba doğrudan İslâmî atıflar çağrıştırdığı için etik tercih edilmekte. Etik, ahlâk felsefesidir, Türkçedeki galât kullanılışı daha ziyade "meslekî ahlâk"ı ifâde ediyor. İtinasızlık dizboyu: Etique, morale, ahlâk, töre; itibarlı sözlüklere şöyle bir bakın; hepsi, hepsini ikame edebilir halde. Kaldı ki biz lugâti olmayan bir topluluk olduk; Türkçe, Batı dilleri karşısında itidal, metânet ve muhakeme gücünü kaybetti. Dil burcu yıkılınca öteki hisarları savunmak biraz mânâsız kalıyor; isimlendiremiyor, isim veremiyorsunuz. Başa dönelim; eğer toplum mühendisliği, kurucu irâdenin kılıç hakkından doğan bir imtiyaz idiyse bir topluluğu millet haline getirmek için evvelâ sahih, sağlam ve zengin bir sözlüğe istinad edilmesi gerekirdi; bizimkiler tam tersini yaptılar ve lugâtin şirâzesini sökerek sayfalarını Molla Kasım gibi sele verdiler.
İçimde ukde, güyâ o konuyu yazacaktım. Birkaç gündür memleketin muhtelif yerlerinde sabî sıbyan çağındaki çocuklara yıllardan beri sistematik şekilde tecâvüzü şiâr edinen "ırzı kırık" eylemlerinin mânâsı üzerinde yoğunlaşacak ve neticede "biz bir millet olabildik mi?" sualine cevap arayacaktım. "Kırk hopta bir hopun ne mânâsı var" denilebilir ama henüz adliyeye intikal etmemiş hadiseleri de hesaba katınız; böyle cinsten bir hâdise bile insanı allak"bullak etmeye kâfi gelebiliyor. Lâtifeyle karışık derler ki Tanzimat ilân edildiğinde münâdiler, "duyduk duymadık demeyin ey ahali, bundan böyle gâvura gâvur demek yasaktır" diye duyuruda bulunmuşlar. Dil burcu harap bir cemiyette, okumuşlarının felsefeden bîhaber bir noksanlıkla sokağa salınıp, ne idüğü bilinmeden bilginin en yüce değer sayıldığı bir cemiyette hiçbir şeye, nesneye, kavrama, olaya isim koyamamak gibi bir bunalım içindeyiz. Bizim tâlibi olduğumuz bilgi, ahlâken yönlendirilmemiş bir bilgi türüdür ve bilginin böylesi, ahlâken tüyler ürpertici neticeleri bile sıradanlaştırabilir; hiç kimsenin "bana bir gün ırzı kırık derler" utancıyla toplum değerlerine muhalefetten çekinmediği gibi bir hâl meselâ!
Bir millet inşâ edeceksiniz; evvelâ lugâtini kırıyorsunuz; ardından, felsefesini yapmaya hâlâ güç yetiremediğimiz bir hukuk külliyatını tercüme ediyor ve "fenn"i en kutsal değer kabul ederek yeni mektuplar açıyorsunuz:
Siz daha kaldırım mühendisliğinin bile hakkından gelememişken kuzum ne biçim toplum mühendisliğidir bu böyle?