Jurnalcilik dün kerihti; bugün?..

II. Abdülhamid'i jurnal şebekesini kurmak ve yaygınlaştırmakla itham edenler kısmen haklıdır; işin kısmi haklılık tarafı ferdin, devlet otoritesine karşı korunmuş bir özel alana sahip olma fikriyle alakalıdır ve ferdin, "kul" statüsünden çıkıp medeni ve siyasi hukukuna sahip bir "vatandaş" kimliğine bürünmesinin başlangıcını işaret eder. Anakronik inceliklere dikkat edilmeden Abdülhamid devrinde, kişinin özlük hakları zedelendiği için Abdülhamid'e "müstebid" sıfatının verilmesini anlamak mümkün; ama hemen hemen aynı zevatın kılık değiştirmiş jurnalciliği günümüzde alkışlaması ve desteklemesini neyle yorumlayacağız? Zihni gerilik bu değilse nedir?

Abdülhamid'in bir hafiye teşkilatı vardı ama 31 Mart vak'asından sonra vuku bulan Yıldız yağmasında görülmüştür ki bu jurnallerin çok büyük bir kısmı değerlendirmeye alınmamıştı. Raviyan-ı ahbar der ki, jurnalleri tedkikle görevli komisyon üyelerinden birçoğu, "tanıdıklar" tarafından verilmiş jurnallerin ortaya çıkmaması için bilahere meseleyi küllemekten yana tavır almışlardır zira jurnallerin epey kısmı Jöntürk veya İttihatçı diye bilinenlerin imzasını taşımaktaydı.

Ortada yargı kararı yok; daha fenası bugünlerde "istim" hep arkadan geliyor. Hafiye ile jurnalcibaşı arasında kalan "jurnal", şimdilerde modern teknolojinin de himmetiyle medyaların etrafında uçuşuyor. Bu öyle bir terör (yıldırma, tedhiş) mekanizması ki, teorik olarak Türkiye'de yaşayan herhangi bir ferdin, kendisini hedef alabilecek bu tedhişe karşı hiçbir emniyet sigortası yoktur; şartlar değiştiğinde, bu modern jurnal müessesesi istinasız herkesi, hiçbir ahlaki değer gözetmeksizin vurabilir; yaşayan görür!

Meseleye bir başka açıdan yaklaşarak aklın hıfzıssıhhasına katkıda bulunabiliriz; Sayın Fethullah Gülen ile ilgili iddialar hakkında yargının verebileceği iki tür karardan bahsedilebilir; suçlu veya suçsuz. Ne var ki, anayasada zikredilmiş olmasına rağmen "hukuk devleti" fikrinden henüz pek bir behremiz olmadığı için, muhtemel bir tahkikatın sonucunda yargı kararı "beraat" tarzında tecelli etse bile hiçbir kıymet-i harbiyesi kalmayacaktır; zira "linç" işlemi, "necib" Türk medyası tarafından çoktan tamamlanmış bulunuyor.

Bir yazıda Öcalan'ın yargılanması esnasında pek göze batan usul hatalarından söz ettiğimde İzmirli bir okuyucum telefon açarak -mealen- böyle mücerred işlerle uğraşmamam gerektiğini, bazı radikal kalemlerle ağız birliği ediyormuş gibi bir intiba vermemin gereksizliği hakkında bana "babaca" bir tavırla çıkışmış; ama ismini öğrenmek istediğimde, "telefonları dinliyorlar, buna gerek yok" diye ismini lütfetmekten imtina etmişti. Halbuki o yazıda hukukun herkese lazım olduğu ana fikri üzerinde durmaya itina göstermiştim. Maalesef bugün medyatik tedhişten emin olmak için masum olmak kafi gelmiyor; çünkü mahvedilmek istenen, ön tahkikat veya yargı safhası bile beklenmeksizin linç ediliyor.

Hala ideolojik spazmlar (kasılma) içindeyiz; devletimiz 76 yaşına girdi ve hala arabayı atın önüne koşmaktan vazgeçmiyoruz; vaktimizin yarısı ideolojik tehlikenin teorisi yapmakla, diğer yarısı ise o tehlikenin varlığına dair ciddi karine teşkil edecek nümuneler aramak ve bulmakla geçiyor. Devlet ideolojisini küçümsemiyorum, ideolojik münakaşaların faydası da inkar edilemez; ama arzulanan manada ideolojik stabilizasyon temin edildiğinde Türkiye'nin temel problemlerinin kendiliğinden çözüleceği yolunda hiçbir emare görünmüyor; iktisadi ve idari istikrarsızlık Türkiye'nin belini büküyor; dünyanın hiçbir yerinde 100 bin liralık değeri metal üzerine basan merkez bankası kalmadı. Söylemiştim, tekrar ediyorum: Devlet adına ideolojik hassasiyet gösteren kurumların endişesini paylaşabilirim; ama aynı hassasiyet ve ciddiyetin en azından yarısının, Türkiye'nin esas meseleleri hakkında gösterildiğine de inanmak isterim ve bu manada bir tutarlılık aramak, vatandaş olarak hakkımdır.

Veya ben öyle sanıyorum!


Kaynak (Arşiv)